Blogumda Arama Yap (herşey var )

Jethro


kitap bir mossad ajanının islamiyete hayranlığını konu alıyor ROMAN niteliğinde

''GÜNAHKAR ''


bir dervişin notları

TARİH KONULU EN GÜZEL SÖZLER

Tarih kâinâtın vicdanıdır. (Ömer Hayyam)
• Tarih, başka başka insanlara ve zamanlara rastlayan vak’aların tekrarlamasından başka bir şey değildir. (Chateaubriand)
• Tarih; mâzîyi geleceğe taşır, olayları tekerrür zincirine bağlar, durur.
• Tarih; cinâyetlerin ve felâketlerin bir tutanağıdır. (Voltaire)
• Tarih; imansızlık ve ahlâksızlık harabeleriyle doludur. (A. Şeref Güzelyazıcı)
• Tarih; geçmişte yapılmış, şu anda elimizde olan ve fakat istikbâli gösteren bir dürbündür.
• Geçmişin yıkıntıları, bugünün uyarılarıdır. (George Bancroft)
• Tarih, muazzam bir erken uyarı sistemidir. (Norman Coisins)
• Tarih, milletlerin tarlasıdır. Her toplum, geçmişte ne ekmişse, gelecekte onu biçer. (Voltaire)
• Büyük adamlar tarihi, tarih de büyük adamların yaptıklarını süslemiştir. La Bruyere
• Tarih, geçmişi yargılamaktan başka bir şey değildir. (Alain)
• Tarih; okuyana, kendi gözünün görme derecesine göre, yol gösteren bir kılavuzdur. (Rousseau)
• Tarih, faydası herkesi kapsayan bir ilimdir. Yaşanılan çağın olaylarıyla, eski çağın olaylarını karşılaştırıp sonuca varmak gerekir. (Nâimâ)
• Tarihin başlıca faydası; öncekilerin iyi ve kötü işlerini bize öğretmesidir. (L. Chesterfield)
• Tarih ile efsânenin amacı birdir: Geçici insanda ebedî insanı anlatmak. (V. Hugo)
• Dünyayı idâre edenler ölülerdir. (Gustave Le Bonn)
• Ecdâdını unutanlar, kaynaksız ırmağa, köksüz ağaca benzerler.( Çin Atasözü)
• Bir çınar için toprak altındaki kökleri ne ise -ve bu kökler kurudukça çınar nasıl kurumaya başlarsa- bir millet için de tarih odur. Tarihini bilen millet, kökü sağlam çınar gibidir. Zamanla eski âdet ve anânesini, yaşayış tarzını unutan, tarihini bilmeyen, ecdâdının neler yapmış olduğundan haberi olmayan bir millet, kendini ayakta tutan köklerinden birkaçını kurutmuş demektir. Tarih okuyarak onu sulamak lâzımdır. (Kâzım Paşa)
• Tarih okuyanın aklı çoğalır. (İmam Şâfiî)
• Tarih bilmeyen diplomat, pusuladan anlamayan kaptana benzer; her ikisinin de karaya oturmak tehlikesi vardır. (A. Cevdet Paşa)
• Dünü bilmeyen bugünü anlayamaz; bugünü anlamayan yarını göremez, yarını inşâ edemez; hattâ dünden gelen hamlelerin nedenlerini bile düşünemez. (Abdülbâki Gölpınarlı)
• Batı ülkelerinde bir lise öğrencisi eski metinleri okur ve anlar. Siz bir harf devrimi yaptınız, eski metinler kütüphanelerde kaldı. Eski metinler, zamanında çok ağdalı idi. Binâenaleyh Türk tarihçisine çok önemli vazife düşmektedir. Tarih bir milletin hâfızasıdır; tarihini bilmeyen millet, hâfızasını kaybetmiş insana benzer. (B. Lewis)
• Bir milletin kültürünü kontrol etmek, o milletin dilini kontrol etmekle; bir milleti imhâ ise nesilleri mâzisinden, tarihinden ve bilhassa millî ve mânevî değerlerinden koparmakla mümkündür. (B. Lewis)
• Tarih şuuru, sâdece geçmişin geçmişliğini bilmek değil; onun hâlde de var olduğunu anlamak demektir. (T. S. Eliot)
• Tarihinin sürekliliğini kaybeden bir millet, herşeyini kaybetmeye mahkûmdur. Hâfızası parça parça kopmuş bir akıl hastası gibi, geçmişiyle, hâtıralarıyla ve benliğini terkib eden bütün varlık unsurlarıyla ilgisi kesilmiştir. Yabancı tesir ve müdâhalelere, yabancı korumaya hazır ve muhtaç bir hâlde, önce bağımsızlığını sonra da bütün millî şahsiyetini ve varlığını kaybeder. Peyâmi Safâ
• Tarihini ve düşmanını bilmeyen millet, kolayca düşer, yok olur. (Çin Atasözü)
• Tarih, ihtiyatsızlar için merhametsizdir. (Dozy’nin İslâm Tarihi) (Anıtkabir Kütüphanesi / Atatürk bu sözün altını çizmiş.)
• Geçmiş inkâr edilemez; geçmişine taş atanın, geleceğine gülle atarlar. (Bahtiyar Vahabzâde)
• Geçmişini inkâr eden millet, babası bilinmeyen veya babasını inkâr eden çocuğa benzer; ya piçtir, yahut nankördür. Piç olmak kaderdir, nankörlük ise alçaklıktır. (Kadircan Kaflı)
• Türk tarihini Cumhuriyet’le başlatmak isteyen sapıkları; mâzi, din, an’ane, ecdâd tanımayan bizim mâhut nihilistleri düşündükçe İgnatus Donnely (1831-1901) adlı bir Amerikan politikacının Demokrat partililer aleyhinde söylediği bir nutkunun şu cümlesi aklıma geliyor: “D. Partililer bir katıra benzerler; ne ecdâdlarıyla iftihar edebilirler, ne de adlarını devam ettirebilecek evlâtlarının ümitleriyle yaşarlar.” (Nejat Muallimoğlu)
• Milletlere bir tarih kitabında anlatılan yalan, yanlış ve çarpıklığın tesirini, o milletin hâfızasından ancak üç nesil sonra silebilirsiniz. (Büyük Tarihçi Michelet)
• Ölenleriyle henüz doğmamış olanları arasında bir köprü kuramayan milletlerin, yaşamaya hakları yoktur. (N. Muallimoğlu)
• Gelenekçilik, yaşayanları ölü varsaymak değil; ölüleri yaşıyor varsaymaktır. (G.K. Chesterton)
• Müstakbeli bul sen de koşanlarla bir ol da
Mâzîyi fakat yıkmaya kalkışma bu yolda
Ahlâfa döner korkarım eslâfa hücûmu
Mâzîsi yıkık milletin âtîsi olur mu? (Mehmet Âkif Ersoy)
• (Devlet arşivini kilo ile Bulgarlara satan İttihad ve Terakkî’ye):
Bundan birkaç yüz sene evvel uyananlar,
Bugün hâlâ uyuyanları görsün.
Efsânesi kaybolsa kıyâmet koparanlar,
Tarihini okkayla satanları görsün!?. (M. Cemal Kuntay)
• Tarihimi kefenlik bir bez gibi dürdüler..
Beni dirilmesi yok ölümle öldürdüler. (Ozan/NFK)
• İnanmıyorum bana öğretilen tarihe! (N. Fazıl Kısakürek)
• Ben de tarih okudum, âlemi elbet bilirim. (Mehmet Âkif Ersoy)
• Altın bir devir idi; hatırla geçmiş günü
Baştan başa cihânı tutmuş ecdâdın ünü.(Lâedrî)
• Donanma ordu yürürken muzafferen ileri
Üzengi öpmeye hasretti, garbın elçileri. (M. Akif Ersoy)
Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz;
Gelmişiz dünyaya” insanlık”nedir,öğretmişiz.
... Bir taraftan dinimiz, ahlâkımız, irfânımız;
Bir taraftan seyfe makrûn adlimiz, ihsanımız... (Mehmet Âkif Ersoy)
• Gök kubbeyi delmiş, yedi iklimde minâre
Göstermiş asırlarca ölümsüz bir idâre. (Yusuf Bakalım)
• Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı Tekbîr
Bulur mu deli rüzgâr o sedâyı: “Allah Bir!” (N. Fazıl Kısakürek)
• Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan
Bahseder gerçi duyanlar o onulmaz yaradan.
Derler ki: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük
Budur âlemde hudutsuz ve hazin öksüzlük. (Y. Kemal Beyatlı)
• Yazıklar oldu bizim târihî şânımıza
“Kâfir ağlar, bizim ahvâl-i perîşânımıza!” (İkinci mısrâ Fuzûlî’nin)
• Ben şehitler çocuğu.. bir hâl olmuşum
Ben bende değil.. ben, bana yâd olmuşum! (Nihad Yazar)
• El-âlem çalışıyor, fethetmeye Merih’i;
Sen cebinde kaybettin, güneş dolu tarihi! (Necip Fazıl)
• Selçukîyim, yirminci asırda doğsam da!
Osmanlıyım, cumhuriyet çocuğu olsam da! (Fethullah Gülen)
• Dün ne olmuşsa, bugün de aynı şeyler oluyor; güneş altında yeni şeyler yok.
• “Tarih”i “tekerrür” diye târif ediyorlar
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi? (Mehmet Âkif Ersoy)
• Tarih değil, hatâlar tekerrür ediyor. (II. Abdulhamid Han)

Ağrı Dağı Lenin'in Atatürk'e hediyesi

Ağrı Dağı Lenin'in Atatürk'e hediyesi
FT'ye göre "Ermenistan'ın yüce simgesi Lenin'in 1921'de Atatürk'e hediyesi"
Güncelleme:31 Ekim 2010 11:45
Financial Times gazetesinin Ermenistan'ı incelediği bir makalesinde "Şu anda Türkiye'de sınır boyunca uzanan Ermenistan'ın yüce simgesi Ağrı Dağı, Lenin'in 1921'de Atatürk'e hediyesi" denildi.

FT’da Teresa Levonian Cole imzasıyla "Ermenistan ziyaretçilere açılıyor" başlıklı, Ermenistan’ın gelişen turizm sektörünü ele alan bir makale yer aldı. Makalenin dokuzuncu yüzyıldan kalma manastırı bulunan Tatev kasabasının anlatıldığı bölümünde, "Manastırın 300 metre altındaki derinlikte ağaçlık Vorotan geçidi yeralıyor. Arabayla ulaşmak için dağlara yılan gibi kıvrılan yollarla bir saatte çıkıyoruz. Tatev’e ulaşmadan önce yeniden Şeytan Köprüsü geçidine inerken, 11 asırlık kalıcı huzuru soluyabilirsiniz. Ancak başımızın üzerindeki kablolar yeni bir şafağı müjdeliyor. Ekim’in ilk günlerinde, Tatev’i aşağıdaki Halidzor kasabasıyla bağlayan dünyanın en büyük teleferiği açıldı" denildi. Bir İsviçre-Avusturya firmasının manastır ve çevresindeki bölge 36 milyon avroluk yatırım yaptığını, yatırım kapsamında ulaşım, oteller ve diğer turizm tesisleri bulunduğunu yazan FT’de şu satırlar yer aldı:

- Bu Türkiye ve Azerbaycan, Gürcistan ve İran arasında yükseltilere sıkışmış küçük eski Sovyet Cumhuriyeti, bir zamanlar Küçük Asya ve Hazar denizi arasında uzanıyordu. 301 yılında Hristiyanlığı resmen kabul eden ilk ulus oldu ve 100 yıl sonra St. Mesrop Mashtot; kolay nüfuz edilemeyen, Lord Byron’un İncil’i çevirmek için Venedik’te öğrenmeye çalıştığı, 36 ‘savaşçı’ harften oluşan Ermeni alfabesini icat etti. Persler, Araplar ve Türklerin akınları ve periodik katliamlar kadar önemli 1915 soykırımı karşısında bir tarih, başkent Erivan’daki bir anıtta simgeleniyor, din ve dilin iki sütunu hala ulusal kimliği savunuyor.

- Khor Virap’ın yedinci yüzyıldan kalan manastırı popüler bir kartpostal, kiliseyi Nuh’un geldiği Ağrı Dağı’nın (Mount Ararat) karlı zirvesi çerçeveliyor, önünde yine Nuh’un bizzat diktiği varsayılan asmalardan oluşan bağlar bulunuyor. Şu anda Türkiye’de sınır boyunca uzanan Ermenistan’ın yüce simgesi Ağrı Dağı, Lenin’in 1921’de Atatürk’e hediyesi.

ALTYAPI KORKUNÇ
- Akaryakıt kısıtlamaları ve korkunç altyapı kombinasyonu, başkent çevresi dışında yatırım yapmayı pratik olmaktan çıkarıyor.

- Erivan yakınlarındaki Geghard’da 4 ve 13’üncü yüzyıllara giden mağara kiliseleri bulunuyor. Hayvan ve efsane yaratıkları duvarlarını süslüyor. Khatchkars ?Ermenistan’da çoğu yerde rastlanan dikdörtgen taş anı haçları- desen çeşitliliğinde birbirleriyle yarışıyor.

- Hiç ummadığım birşeyle karşılaşıyorum. Batıda Kürdistan’dan Yezidi çobanlar; kuzeyde Fioletovo’da Rusya’dan 1840’larda sürülmüş Amishler’i anımsatan Molokan cemaati, geçtiğimiz yıllarda keşfedilen Yeghesis yakınlarında ‘hiçbiryerin ortasındaki’ dünyanın en eski Yahudi mezarlıklarından biri.

RADİKAL

KADIN (KADIN HAKLARI) ESKİ TOPLULUKLARDA KADIN:

KADIN (KADIN HAKLARI)

ESKİ TOPLULUKLARDA KADIN:

İslamiyet´in geldiği çağda kadın, Türklerin dışında yeryüzündeki hemen hemen bütün milletlerde aşağılık bir mahluk diye kabul ediliyor,hiçbir zaman ona hayat hakkı tanınmıyordu.
Eski Türk toplumunda kadın konusuna girmeden önce, sağlam bir karşılaştırma zeminine sahip olmak için, Türklerle tarih boyunca temasta bulunmuş topluluklardaki kadının statüsünü, ana hatlarıyla belirtmek lazımdır.
Böylece Türk kadının toplumdaki yeri, daha iyi anlaşılır.


ÇİN TOPLUMUNDA KADIN:
Çinlilerde kadın, insan sayılmaz, ona ad bile takılmazdı. Numara verilerek, sayı ile çağırılırdı. Kızlar, pis bir hayvanın adı ile anılırlardı.
Hayatı boyunca bir erkeğin nüfus ve otoritesi altında bulunmak zorundaydı.
Erkek evleneceği kadını, kıymetli hediyeler vermek suretiyle satın alırdı.
Hiç kimse, ölen baba veya kardeşlerinin eşlerini yanına almazdı. Erkeğe kötü davranan kadına yüz sopa ceza verilirken, aynı fiili işleyen erkeğe ceza verilmezdi. Kadın küçük yaşta ayağını ezdirerek, gezmemek için erkeğe iyi niyet gösterisi yapardı. Yani doğan çocuklar erkek ise pahalı kumaşlara, kız ise bez parçalarına sarılırdı. Kız çocuklarını öldüren annelere ceza verilmezdi. Çoğu zaman kız çocuklarına isim verilmez,"bir, iki, üç" diye çağırılırdı.
Çin´de evlilik, nesli devam ettirme anlayışı üzerine kurulan bir ittifaktı.
Kadın, erkek çocuk dünyaya getirdiği ölçüde itibar sahibi sayılırdı. Ailede kadın söz sahibi değildi, otorite erkekteydi. Boşanma hakkı erkeğindi.
Kısırlık bir kadını boşama sebebi olarak sayılabilirdi.

FARS TOPLUMUNDA KADIN:
Kadın, kocasına mutlak itaate mecbur tutulmuştu. Bir erkeğin birden fazla kadınla evlenmesi normaldi. Kan bağlılığının nikaha mani olmaması sebebiyle,Sasani devletinde bir İranlı, kendi kızıyla veya kız kardeşiyle evlenebilir ve hatta bu teşvik edilirdi. (Akamenid kralı Dariuslun kız kardeşi Puroşat´la evlenmesi, 2.Artakhşatra´nın kızı Atossa ile evlenmesi, Atossa´nın babası öldükten sonra kardeşi Ohas´la evlenmesi örneklerinde görüldüğü gibi.)

Fars edebi metinlerinde, kadına ahlaki olarak iyi bir şekilde yaklaşılmadığını, kadınların da ahlaki bir çöküntü içinde olduklarını görüyoruz. Şehname´de Fars kumandanı Piran, kızlarından birini, gerekirse hepsini Siyavuş´la evlendirmek için adeta yalvarmaktadır. Yine Şehname´nin kadın kahramanlarından biri olan Sübade, üvey oğlu Siyavuş´a çirkin tekliflerde bulunur; onunla beraber olabilmek için adeta yalvarır. Yine evli bir kadın olan Tehmine´nin Rüstem´e, kendisini gayrimeşru olarak teslim edebilmek için yaptığı yalvarışlar, bu ahlaki çöküntüyü göstermektedir.

ROMA TOPLUMUNDA KADIN:
Ailede bulunanların yaşama hakkı babaya aitti. Baba, karısını veya çocuklarını istediği şekilde kullanabilirdi. Eşler değerli bir eşya gibi satın alınırlardı. Kadın hiçbir vakit hür değildi. Kız iken pederine tabi idi. Kızına koca olacak kimseyi baba seçerdi. Evlendikten sonra kocasının emrine giren kadın, hayatı boyunca birinin hakimiyetinde bulunurdu.
Romalılar kızlarının talim ve terbiyelerine önem vermezlerdi. Kadınlarda aradıkları en büyük özellik, ciddiyet ve ev idaresinde ehil olmalarıydı. Bir kadının mezarının başına, meth-ü sena için,"Eve bakar ve yün eğirirdi." Diye yazarlardı. Kız çocukları kocaya verinceye kadar evde kalırlar, annelerinin nezareti altında iplik bükerler, bez dokurlardı. Kadın ve çocukların mal sahibi olma hakkı yoktu.

HİNT TOPLUMUNDA KADIN:
Hint anlayışında evlenmenin esas gayesi, babaya varis olabilecek, babanın günahlarının affedilmesi için aile dinini devam ettirebilecek bir oğulla sahip olmaktı. Eğer baba kısırsa, karısının bir başkasıyla birleşmesine müsaade ederdi. Erkek çocuk aile için saadet, kız çocuk felaket sayılırdı.
Dul kadınlar yeniden evlenemezdi; ölen kocasının öbür dünyada da onun sevgisine ihtiyacı olduğu düşünülerek, yakılıp öldürülürdü. Kocası kadını boşayabilirken, kadının boşanma hakkı yoktu.. Çok kadınla evlilik normal olarak karşılanırdı. Kadının en asli görevi, yaptığı ayinlerde kocasına yardım etmek ve neslin devamını sağlayacak bir oğul doğurmaktı.Hind geleneğinde kadın zayıf karaktere ve fena ahlaka sahip olduğu için, "Manu Kanunu", onu çocukluğunda babasına, gençliğinde kocasına, kocasının vefatının sonrasında da oğluna veya kocasının akrabasından birine bağlanmayı mecbur etmiştir. Budizmin kuruyucusu Buda, önceleri kadınları dinine kabul etmemişti. Sebep olarak da, Budizmin saflığını bozacaklarını göstermiştir.
Hintliler arasında dul kalan kadınları yakmak adeti, eski zamanlardan beri vardı. Ölen kocasının üzerinde yakılan kadın, sadık ve saygıdeğer bir zevce olarak kabul edilirdi..


YUNAN TOPLUMUNDA KADIN:
Eski Yunanlılarda da kadının saygıdeğer bir yanı yoktu. Kocası isterse sağlığında veya ölümüne bağlı olarak karısını bir başkasına devredebilirdi.
Eşyadan farksız olan bir kadın, tıpki diğer mallar gibi miras kalır veya birine bağışlanabilirdi.
Kadın, her türlü siyasi haktan mahrumdu. Yakın akraba ile evlenme çoktu.
Helenistik devirde birbirlerinin karılarını satın alma olayı vardı. Çocuklar ana, babaya değil, devlete ait olduğundan, babanın kim olduğu önemsizdi)). Bu yüzden şehrin yarısı gayri meşru durumdaydı.
Eflatun, kadınların erkekler arasında ortak olması gerektiğini, kız kardeşlerle erkek kardeşlerin birleşmesine izin verileceğini;çocukların, kadınlarda 20-40, erkeklerde ise 55 yaşına kadar yapılabileceğini, bu sınırlardan önce veya sonra çocuk yapanların cezalandırılacağını belirtmiştir.
Aristo´ya göre ise kadın, erkeği için bir köle, bir işçi, bir barbar Grek´e neyse, odur . Kadın, yaratılışta yarım kalmış, tamamlanmamış erkektir. Erkek üstündür, yönetendir.

Demosten ise, Atina´lı erkeklerin, evlerinde sadık bekçiler bulundurmak için evlendiklerini belirtmektedir. Gündelik hizmetleri ve zevkleri için de odalıklar kullandıklarını da ilave eder.
Yunan mitolojisinden vereceğimiz örnekte ise, tanrıça Athena, büyük tanrı Zeus´un hem karısı, hem de kız kardeşidir. Bu durum bize, Eflatun´un fikirlerinin edebiyatta da gerçeklik kazandığını gösteriyor. Tanrıça tiplerine baktığımızda, fiziki tahlillerin en ince ayrıntısına kadar yapılırken, ruhi tasvirlere önem verilmediğini görüyoruz.

MOĞOL TOPLUMUNDA KADIN:
Aile, maNarşahi bir özellik göstermekteydi. Dıştan evlenme vardı. Evlenmede kızın rızasına ihtiyaç duyulmazdı. Çok evlilik muteber olup, dul kalan kadınların yeniden evlenmeleri yasaktı.

İSLAV TOPLUMUNDA KADIN:
Kadın: Eşya durumundaydı Zodruga olarak adlandırılan İslav ailesinde, çocuklar da esir muamelesi görüyordu. Ruslarda kadın, ölen kocasıyla birlikte gömülürdü.:)))) Rus hükümdarlarının, yakın adamlarının gözleri önünde, halkın da, cariyeleriyle topluluk içinde cinsel münasebette bulundukları bir çok gezgin tarafından belirtilmiştir.
ESKİ MISIR DA KADIN:
Firavunlarin çok zengin haremi olurdu. III. Amenhotep'in hareminde 300'den fazla seçme genç kiz bulundugu bilinmektedir. Bu arda bazi zenginler de harem kurarlardi.Kırallar evlilikleri aile içinden yaparlardı kız kardeşleri ile evlenirlerdi mısır kırallarında ensest ilişki olağandı ve mecburi idi. Ama halkin arasinda erkeklerden çogunun tek esi vardi ve ensest olaması şartı yoktu. Bosanmaya ender rastlanirdi. Eger bosanmaya sebep, kadinin bir baksa erkekle iliski kurmasiysa, koca, karisini bosar ve hiçbir sey vermezdi. Ama bir baska sebeple onu terk ediyorsa servetinin bir kismini bosadigi esine birakirdi.


Eski Misir'in gündelik hayatinda kadinin büyük önemi ve o nispette de degeri vardi. Son bulunan firavun mezarlarindaki resimlerde Eski Misirli kadinlarin siyah saçli, uzun boylu, düz burunlu olduklari görülüyor. Misirli kadin yanaklarini, dudaklarini, tirnaklarini boyar, saçlarina kokulu yaglar sürerdi. Heykellerde bile kadinlarin gözlerini boyali oldugu fark edilmektedir. Böylesine incelmis bir makyaj için, elbette ki makyaj malzemelerinin e son derce gelismis olmasina sasmamak gerekir.
Eski Misirlilarin, giyimleri bugünkü anlayisimiza pek uymamaktaydi. Buna da sebep yilin her zamaninda havanin çok sicak olmasidir. Üstelik kumas da kolay dokunulamadigindan zor bulunan bir nesneydi. Hele iyi cins kumaslari ancak zenginler alabiliyordu.

Misirli çocuklar kiz olsun, erkek olsun çiplak dolasirlardi. Ta ki büyüyüp ergenlik çagina gelinceye
kadar. Bu, yalniz fakirler için degil, zenginler için de böyleydi. Zengin çocuklari küpe, gerdanlik takarlardi. Çocuklarin bahçelerde, sokaklarda anadan dogma kosup oynamamalari onlara gayet tabii gelirdi.

Hizmetçiler, basit halk tabakasi ve köylüler, sadece kisa bir etek kusanirlardi. Eski Krallik devrinde
kadinlar da erkekler gibi bellerine kadar çiplak gezerlerdi.bunlarin Bütün giyimi göbeklerinden dizlerinin hemen asagisina kadar uzanan beyaz bir eteklikten ibaretti. Bu giyimi ne erkekler yadirgayip rahatsiz olurlar, ne de kadinlar bu sekilde dolasmaktan utanirlardi.

Servet artip kumas bollasinca birinci etek üzerine İkinci bir etek örtülürdü. Gögsün örtülmesine ancak çok sonralari imparatorluk zamaninda baslandi. O çagda kadinlar da erkeklerle birlikte gezer, yer,
içerdi. Yine Ehram duvarlarinda bulunan resimlerde tek basina diledigi yere giden, serbestçe alisveris yapan kadinlara rastlanmaktadir.bu bazı kırallıklar döneminde böyle olmuştur..

Doguda bugün de oldugu gibi, Eski Misir'da da genç evlenilirdi. 15 yasina gelmeden erkekler de, kizlar da evlenip yuva kurarlardi. Erkeklerin ayrica nikahsiz esleri de olabilirdi.Bunları istedikleri gibi kullanma hakkına sahiptiler. Ama kanun nazarinda bütün haklar, nikahli esine aitti.

Misir'da bulunan 3.400 yillik mezarlar arasinda Teb sehri valisi Senefer'inki özel bir yer tutar. Senefer
esi Merit'i o kadar sevmisti ki, mezar odasinin duvarlarina tam 21 degisik pozda resmini yaptirmistir.
Iki nikahsiz esinin resimleriyle de bitisik odalarin duvarlarini süslemistir.
İSLAMİYET ÖNCESİ ARAPLARDA KADIN:
Araplarda pederşahi aile tipi görülürdü ve babanın otoritesi çok genişti.
Kocası istediği zaman karısını boşayabilirdi; bazen bir kadın, boşandıktan sonra bile kocasının etkisinden kurtulamazdı. Kadın toplumun bir uzvu değil, erkeklerin ihtiraslarını tatmin ve hizmetlerini temin için yaratılmış bir mahluk olarak kabul edilirdi.(ETTEN ROBOT) Kadın, evlenme dini bir mahiyet taşımadığından, ancak çocuk sahibi olduktan sonra aileye dahil olabiliyordu. Kadınlar varis olma hakkına sahip değildi. Çok evlilik muteber olup, bir erkek, iki kız kardeş ve aynı zamanda üvey anne ile evlenebilmekte idi.
Çocukları kız olanlar utanır, bu yavruyu aile için felaket sayarlardı. Kız çocukların diri diri toprağa gömülme olayı sıkça görülürdü.

Cahiliyet devri Araplarında, on değişik nikah vardı ve bunların yedisi, kadının namus mefhumunu ortadan kaldıracak şekildeydi. İstibda nikahında erkeğin rızasıyla karısı, asil bir kimseyle birleşiyordu. Bu yolla asil bir evlada sahip olma düşüncesi vardı.. Bedel nikahında, iki erkek, bir süre için, karşılıklı olarak karılarını değiştiriyorlardı.. Hıda nikahı, metres hayatı yaşamayı sağlarken, Ortak nikahı, on kişiden az olmak üzere, bir takım erkeklerin aralarında anlaşarak, bir kadını müşterek zevce edinmelerine imkan tanıyordu. Biga nikahı, bir takım kadınların evlerine gelen erkeklerle beraber olabilmeleri için yapılırdı.. Mut´a nikahında, velilerin rızasına lüzum görmeden, kadınla erkek,, belirli bir zaman için nikah yapardı. Ortaklaşa nikahta, aralarında kardeşlik antlaşması yapan iki adam, malları gibi karılarına da müşterek olarak sahip olabiliyorlardı. Nakt nikahında babası ölen bir kişi, üvey annesiyle evlenebiliyordu. Takas nikahında, evlenecek erkekler, velisi bulundukları kadınları değiş ederek, bir şey vermekten kurtulurlardı. Nihayetinde, normal olarak evlenmek için de bir nikah şekilleri de vardı.BUNLARIN BİR ÇOĞU GÜNÜMÜZE YANSIMIŞ VE İSLAMA UYARLANARAK İSLAMLA BAĞDAŞLATIRILMIŞTIR. RABBIM HESABINI SORSUN!!!

Sonuç olarak görülüyor ki, Araplar, kadınları cinsel arzularına alet edebilmek için, yukarıda belirtildiği gibi resmi kılıflar hazırlamışlardır.
Ebu Cehil´in, Kureyş adına bir kabile ile anlaşabilmek için ileri sürdüğü şart, cahilliye devrinin güzel bir örneğidir. "Kureyşliler olarak sizden karılarımızı esirgemeyeceğiz; siz de bizden karılarınızı ve kızlarınızı esirgemeyin, onlarla oynaşmamıza müsaade edin. Yoksa iki kabile arasında antlaşma mümkün olmaz."
İşte, adet zamanlarında evden zorla çıkarttıkları kadına, şimdi adi bir pazarlık için nasıl değer veriyorlar. Cahili yet devri Araplarında, kadına verilen en büyük değerin, cinsel değer olduğunu anlıyoruz.
Çok garip bir namus hissine ve vahşi bir düşünce tarzına sahip Arapların halini Kur´an-ı Kerim şöyle anlatır:
"Onların birine bir kızının dünyaya geldiği müjdelendiği zaman yüzü kararır.
Hiddetinden köpürür. Kendisine verilen kötü müjde yüzünden halktan gizlenmeye çalışır. Kız çocuğunu utana utana tutsun mu? Yoksa toprağa mı gömsün? Ne de kötü hüküm veriyorlar."(Nahil sür, 58-59)
"Bu çöl bedevilerine göre kız evladının dünyaya gelmesi bir felaket sayılırdı. Ya kızı ****** oluırsa, ya kızını esir edip kaçırırlarsa, baba bu izzet-i nefis yarasına nasıl dayansındı? Hele bir de fakirlik ve sefalet yakasına yapışırsa hali ne olurdu? Onların bu duygularına temasla KuR´n-ı Kerim´de:
"Yoksulluktan ötürü çocuklarınızı öldürmeyin."(En´am sür. 151.) buyurulur.
Hatta ırzına geçerler korkusuyla erkek çocuklarını bile diri gömdükleri olurdu.
Eğer bir baba kızını diri diri gömmeğe karar vermişse, yavrusunu alır,, çöle götürür, onu eliyle kazdığı çukurun kenarında durdurur, sonra çukura iterek, feryad eden masumun üzerine yığın yığın kumlar atarak diri diri gömerdi.
Bazı tarihçilerin rivayetine göre de, hamile olan kadın, doğumu yaklaşınca bir çukur kazar ve orada doğum yapardı. Şayet doğan yavru kız ise, çukura atıp üzerini örter, oğlan ise muhafaza ederdi.
Bu cinayetlerin vebal ve günahını bile düşünmezlerdi; zira onlarda durumlarını muhakeme edecek kalb kalmamıştı.


Bir gün Peygamber Efendimizin yanına bir adam gelerek şunları anlatmıştı:
-"Ya Rasulallah, biz cahiliyyet devrinde yaşamış insanlarız. Putlara tapar, çocuklarımızı öldürürdük. Benim bir kızım vardı. Çağırdığım zaman yanıma sevinerek gelirdi. R gün yine onu çağırmıştım. Koşarak geldi; arkama düştü.
Onu evimizin civarındaki bir kuyumuza kadar götürdüm. Elinden tutup kuyuya atıverdim. Onun bana son sözü" babacığım! Babacığım!" demek oldu. Bunları duyan Hzz. Peygamber üzüntüsünden ağlamaya başladı. Orada oturanlardan biri, "Be adam, Rasulallah´ı hüzün içinde bıraktın." Dedi. Peygamber Efendimiz o adama;"Söylediklerini bir defa daha anlat!" buyurdu. Adam söylediklerini tekrarlayınca Peygamber Efendimiz yine ağladı. Gözlerinden akan yaşlar sakalını ıslattı. Gözyaşlarını sildikten sonra ona dönerek:" Muhakkak ki Allah, cahillik icabı yaptıklarınızı yeniden işlenmedikçe cahiliyyet devrinde kor, İslam devrine geçirmez." Buyurdu.
Bir defasında da Kays b. Asım Hz. Peygamber´e gelerek, cahiliyle devrinde sekiz kızını diri diri toprağa gömdüğünü anlatmıştı. Resul-i Ekrem ona, günahına kefaret olarak, diri diri gömdüğü çocuklarının her birine mukabil bir köle azad etmesini tavsiye etmişti.

AVRUPA VE KADIN ( GEÇMİŞTEN )
İster İslam´dan önce ister sonra olsun, Allah´ın gönderdiği dinin hakim olmadığı(kelimenin tam anlamıyla yaşayıp yaşatılmadığı) bir yerde cahilliye hayatının hüküm süreceği muhakkaktır. Bu yerin Arabistan yarımadasında bulunması şart değildir. Avrupa´nı bir çok ülkesinde yüzyıllar boyu iffetsizlik en şeni haliyle devam etmiştir. Bir Avrupalı olan Münihli yazar Maks Kemmeriç, "Tarihte Garip Olaylar" adlı eserinde Batı´nın ahlaksızlığını şöyle anlatır:
"1240 tarihlerinde ölen Jak dö Vitri, Paris hayatını tasvir ederken şunları yazar: Fuhuş günah sayılmamaktadır.. Orta malı fahişeler sokak ve geçit başlarında bekleyerek gelip geçen rahipleri çekip evlerine alırlardı. Rahip aya direyecek olursa, arkasından küfreder, oğlancı diye bağırırlardı. Bu iğrenç illet şifasız cüzam veya öldürücü bir başka hastalık gibi şehri öylesine istila etmişti ki, erkekler, homoseksüel olmadıklarını göstermek maksadıyla bir veya bir çok metres tutmayı akıl karı sayarlardı. Dahası var; Bazen aynı evin üst katında okul, alt katında genelev bulunur, yukarda ders okunurken, aşağıda fahişeler icra-i sanat ederlerdi..."
1527 tarihinde Ulumda hatta evli kadınlar bile arasına geneleve devam ederlerdi."
1492 yılında Basel´de vaftiz edilmiş bir Yahudi kadını, şehirde temiz kız, iffetli kadın bulunmadığını, böyle birini arayanların beşiklere bakmaları gerektiğini söylemişti.
1526´da Nrünberg´de lağvedilen bir kadın manastırındaki rahibelerin bir çoğu genelevlere dağıldılar. Halbuki bu manastır, kadınlar arasındaki ahlaksızlığı azaltmak, düşmüş kızları kurtarmak için kurulmuştu.
Polis raporlarına göre 1793 Ekim´inde Paris ihtilal bahçesi, bilhassa Montansier tiyatrosu galerileri, her gün 7 ila 15 yaş arası körpe kızlar, tüysüz oğlanlarla dolup taşar, bu çocuklar yarı çıplak bir halde, gelip geçenlerin gözleri önünde en rezil ahlaksızlıkların faili, mefulü olurlardı.

İsrail hukukuna göre kızlar, babalarının evinde bile hizmetçi gibiydiler.
Baba onları satabilirdi. Boşama hakkı keyfi bir surette kocaya aitti. Kızlar ancak başka bir varis bulunmadığı takdirde babalarının mirasına sahip olabilirlerdi.
İngiltere´de M.S.5. asırdan 11. asra kadar kocalar karılarını satabilirlerdi. İlk günahın işlenmesine sebep olan ve böylece insanlığın felaketini hazırlayan bir kadın (Havva validemiz) olduğuna inanan karamsar Hıristiyan milletler, kadına daima bir şeytan nazarıyla bakmışlardır Nitekim ilk Hıristiyan liderlerinden olan Tertullian, bu dinin kadınlarla ilgili görüşünü şu şekilde belirtmektedir:
"Kadın, insanın kalbine şeytanın girmesini temin etmek için. Açılan bir kapı demektir. O, erkeği, Allah tarafından kendine yaklaşılması men edilen ağaca sürükleyen varlıktır. Ve ilahi kanunu bozmuş, Allah´ın yeryüzündeki sureti olan erkeği aldatmıştır." Hıristiyan dünyasının meşhur şahsiyetlerinden biri olan"aziz" unvanlı Krisostem´in kadınla ilgili fikirleri şöyledir:
Kadın," kaçınılması imkansız bir kötülük kaynağı... Vesvese yatağı... Hoşa giden bir bela.. Bir iç tehlike... Gönüller avlayan güzel eşkıya... Süslü püslü bir musibet..."
İşte böylesine tehlikeli ve zararlı görülen kadın, "İngiltere"de mundar bir mahluk sayıldığı için İncil´e el süremezdi. Bu vaziyet ancak kral V111. Hanri´nin devrinde (1509-1547) parlamentodan çıkan bir kararla sona erebildi.
Bu karara göre kadınlar İncil okuyabileceklerdi.".


TÜRK AİLESİNİN ÖZELLİKLERİ VE AİLEDE KADININ YERİ:

Türk ailesi, yukarıda bahsedilen toplumların hemen hemen hepsinde görülen geniş aile tipinde değil, küçük aile tipindeydi.. Küçük aile tipi olması, kadının aile içindeki statüsünün artmasını sağlıyordu. Aile ilk zamanlar maderşahi(anayı esas alan topluluk anlayışı) bir özellik göstermiştir. İyi Oza(ana Batını) olarak adlandırılan bu ailede, Türkler avcılıkla geçinmekteydi ve Göçebe yaşayan diğer toplumlardan iç güvey damat almaktaydılar. Daha sonraları bu aile şekli, kan akrabalığı esasına dayanan pederşahi aile tipine dönüşmüştür. Fakat diğer topluluklarda görüldüğü gibi sultaya(cebir, zor) dayanan bir pederşahilik değil, velayete (dost, yardımcı) dayanan bir baba hukuku vardı. Tek evlilik görülürdü. Hükümdar ailesinde siyasi sebeple birden fazla evlilik de mevcuttu.
Ölen kardeşin dul kalan zevcesi ile evlenme(leviratus) suretiyle de, hem dul kalan kadın, himaye edip hayatını teminat altına alıyorlardı(BU MADDEYE DİKKAT EDELİM ŞİMDİ BUNU YAPAN TÜRK YA DA KÜRTLERE ATFEDİLEN YANLIŞLIK SANKİ BUNU İSLAMDAN ALMIŞLAR GİBİDİR NE VAR Kİ BU BİR TÜRK ÖRFÜDÜR…) hem de aileden ayrıldığı takdirde kendi malını alıp gideceği için, aile mülkünün parçalanmasını önlüyorlardı. Ailede kadının özel mülkiyeti vardı. Kız çocukları evleneceği kişiyi kendisi seçerdi. Bu, ailede ferdi hürriyet hakkının da bulunduğunun işaretidir. Babadan sonra aileyi, anne temsil ederdi. Bunun için ananın yeri, babanın diğer akrabalarından önce gelirdi. Ailede kararlar, herkesin fikri sorulduktan sonra alınırdı. Ailede erkek ve kadında bulunan en büyük vasıf, sadakatti. Bu vasıf, yabancı kadın ve erkeklerin de takdirini toplamaktadır. Erkek ve kadın, zinadan şiddetle kaçınırlardı. Zina ihanetti ve kanunlar ihaneti hoş görmezdi. Kocalar karılarına, "görklüm"(güzelim) diye hitap ederlerdi. Kadın bakımına büyük özen gösterirdi. Giydikleri elbiseler, diğer toplumlarda moda olurdu. (Hazar Prensesi çiçek´in, 8. asırda Bizans sarayına gittiği zaman giydiği Türk tipi imparatoriçe elbisesinin moda olması, bunun bir örneğidir.)


TÜRKLERİN YAZILI VE SÖZLÜ EDEBİYATINDA KADIN:
Milletimizin yüksek inanışlarını, ruhunu, ahlak anlayışlarını gösteren destan ve efsaneler, atasözleri gibi edebi eserlerde kadının yerine bakmak gereklidir. Çünkü edebi eserler, toplumların düşünüş tarzlarının en güzel ve en belirgin örnekleridir.
Destan ve efsanelerde kadın, çoğu kez, insan üstünde bir varlık olarak karşımıza çıkar. Yaratılış Destanında, Tanrıya yaratma ilhamını veren Ak Ana, ışıktan bir kadın hayalidir. Oğuz Kağanın ilk karısı, ortalığı karanlık bastığı zaman, karanlığı yararak gökten inen mavi bir ışıktı. Uygur Destanında Böğü Han, semavi bir ışıktan doğmuştu. Aynı Böğü Kağana dünyanın hakimiyetini kuracağını bir kız söylemişti. Böğü Kağan bundan sonra seferler yaparak dünya hakimi olmuştur. Destan kahramanları, karısının veya hemşiresinin sadakati sayesinde ölümden kurtulurlardı. Duha Koca oğlu Deli Dumrul hikayesinde olduğu gibi.) Dede Korkut hikayelerinde, Bay Bican´ın beylere, Allah´tan bir kız evlat vermesi için dua ettirmesi, sanırım diğer toplumlarla Türk inanışının farkı bakımından mukayese olur. Dirse Ghan oğlu Boğaç Han destanında, karısına, "Beri gel başımın bahtı, evimin tahtı" hitabıyla, evladı olmadığından dolayı suçun karısında mı, kendisinde mi olduğunda karara varmalarını istemesi, çocuk yapmadığı halde kadının statüsünden bir şey kaybetmediğini gösteriyor.
Wambery, gerek kadınlar, gerekse erkekler için ahlaksızlık ifadesi olan kelimelerin Türk dilinde bulunmadığını, daha sonraki çağlarda Farsça ve Arapça´dan geçtiğini belirtmiştir. Gerçekten de, Türk dilinde özellikle kadınlara, hep güzel unvanlar verilmiştir.. Yün-çü, Divan-ı Lugat-ı Türk´te, inci manasına gelen ve Hun imparatoriçelerine verilen bir isimdir. Hazarlar prenseslerine, Türkçe çiçek adını veriyorlardı.

Türkçe´de, kendisine kuvvet kapsamlı anlamlar vereceğimiz konunun başına "Ana"sözcüğünü oturtmak olayı vardır. (Anavatan, Ana damar, Anayurt örneklerinde görüldüğü gibi) Eski Türkler ise, ana kelimesini önce kullanarak, "ana-baba" derlerdi. Dede Korkut´ta buna "ana-ata"denirdi.
Çin´de ise, baba öne alınır ve "baba-ana" denirdi.
Ata sözlerimiz de, Türk kadınına verilen değeri gözler önüne sermektedir.
Ana hakkı ödenmez.
Kadın erkeğin eşi, evin güneşidir.
Yuvayı dişi kuş yapar.
Kadını eve bağlayan altın şakırtısı değil, beşik gıcırtısıdır.
Fransız yazarı Quitard´ın derlediği Fransız atasözlerinde ise, Türk ve Fransız toplumlarındaki kadın anlayışı farkını görüyoruz.
Şeytanın yapmadığını kadın yapar.
İyi kadın demek, kafası olmayan kadın demektir.
Bir kadın da bir takvim de ancak bir yıl işe yarar.
Erkek kadın için değil, kadın erkek için yaratılmıştır. V.b...
Türk erkeğinin bu güne kadar, geleneklerinde yerleşmiş çok aziz ve kutsal saydığı üç varlığı vardır: At, Avrat, Pusat...
Türkler, kadına duydukları saygıyı ve kadının yüceliğini, altay dağlarının en yüksek tepesine Kadın başı adını vermekle belirtmişlerdir. Türklerin İslamiyet öncesi inanışlarında tabiat kuvvetlerine inanmanın da olduğunu söylersek, yukarıda yaptıkları olayın önemi daha da belli olur. Bu bölümü, bir Uygur türküsü ile bitirmek istiyorum:
"Ayıpsız kadına erkek,
boynunu eğmek gerek.
Öyle dürüst bir insan ile,
Hayat sürmek gerek.
Bu ebedi bir gerçektir ebedi,
Daha ne demek gerek."

İBNİ FAZLAN SEYAHATNAMESİNDEN BİR KAÇ KESİT
Türkler, zina diye bir şey bilmezler. Böyle bir suç işleyen birini ortaya çıkarırlarsa onu iki parçaya bölerler. Şöyle ki: Bu kimseyi, iki ağacın dallarını bir yere yaklaştırarak bağlarlar. Sonra da bu dalları bırakırlar.
Dalların eski durumuna gelmesi neticesi, o kimse iki parçaya bölünür."
Kutlıklarda da zina eden kadın ve erkeği yakarlardı.
Göktürklerde sağlam bir aile hayatı vardı. "Fuhuş nedir bilmezlerdi.
Evli bir kadına tecavüzün cezası idamdı. Bir genç kıza tecavüz ise, genç kız evlenmeyi kabul etmezse aynı ceza ile karşılık görürdü. Hırsızlık yapan, çaldığının on mislini ödeyecek serveti yoksa hürriyetini kaybeder, esir olarak satılırdı.
Fuhşun yasak olduğu, zina edenlerin en ağır şekilde cezalandırıldığı bir yerde muhakkak ki iffetin derin bir manası vardır. Nitekim eski bir inanışa göre kadınlar doğum yapacağı zaman imdatlarına koşan Ayzıt adında bir doğum tanrıçası olduğu kabul edilirdi. Ayzıt´ın hiç müsamaha kabul etmeyen bir şartı vardı: İsmetini muhafaza etmemiş olan kadınların yardımına, ne kadar yalvarırlarsa yalvarsınlar ve ne kadar kıymetli kurbanlar ve hediyeler
takdim ederlerse etsinler, bir türlü gelmezdi "Bu misaller bize gösteriyor ki, Müslüman olmadan önce bile. Türklerde, cahiliyet Arapları ve Hıristiyanlık sonrası Avrupa milletleri ile mukayese edilmeyecek şekilde sağlam bir iffet ve namus anlayışı vardı. Bu anlayışın onların sadece örf ve adetlerinden doğan sosyal bir ahlak olduğu söylenemez; zira Ayzıt´ın iffetsizliğe müsaade etmemesi, kadını iffetli olmaya iten tamamen dini bir motiftir. Onların diğer milletlerinden tamamen farklı olarak fuhuş bataklığına düşmelerine mani olan otorite, İslamiyet ten önce kabul ettikleri Budizm, Brahmanizm, Mani ve Zerdüşt dinleri ile Şamanizm´den kalan inançların oluşturduğu bir milli ahlaktır. Daha sonra İslamiyet Türk kadınının şahsiyetine yakışmayan mezkur pürüzleri törpüleyecek, onu gerçek iffet anlayışına sahip kılarak layık olduğu üstün değere kavuşturacaktır."


TÜRKLER DE GERÇEK HAYATTA KADIN:
Kadın, erkeğin her türlü faaliyetlerine iştirak ederdi. Siyasi ve idari faaliyetlerinde, en üst kademelerde bulunurlardı. Örnek vermeye, Orhun kitabelerinden başlamak istiyorum.
"Türk Milleti yok olmasın diye, millet olsun diye babam İlteriş Kağanı, annnem İlbilge Hatunu göğün tepesinden tutup yukarı kaldırmış olarak" ifadesiyle, Türk Milletine kurtarıcı olarak ylnız Kağanın değil, Kağan-hatun ikisinin gönderildiğini belirtmektedir. İdari hayatta bu ikili, devlet yönetiminde her zaman beraberdi. Nasıl ailede kararları, karı-koca alıyorsa, devlet idaresinde de kararları, hatun-kağan alıyorlardı. Kağanlar, yabancı devlet elçilerini hatunla birlikte kabul ederdi. Kabul törenlerinde, ziyafetlerde hatun, hakanın solunda oturur, siyasi, idari, askeri konulardaki görüşmeleri dinler, fikrini beyan ederdi. Harp meclisine bile katıldıkları olurdu. Hatunların hükümdar Kut´una sahip oldukları kabul edilirdi. Bu yüzden ,hükümdar Kut´una sahip kadın anlamında "Terken" unvanına sahip olurlardı. Orhun kitabelerindeki "Umay gibi anam Hatun´un Kut´una küçük kardeşim er oldu." ifadesi, bu görüşü doğrular. Hükümdar buyrukları, "Hakan ve hatun buyuruyor ki" ifadesiyle başlıyordu. Attala´nın hatunu Arıkan örneğinde görüldüğü gibi, Terkenlerin, kendilerine ait ikta vilayetleri, bunları idareye memur divan teşkilatları, askerleri ve kendi hazinelerine akan mühim gelirleri vardı. Hatunlar gerektiğinde, devlet idaresini tek başlarına da yönetiyorlardı. Arap istilası sırasındada, oğlu Tuğ-Şad küçük olduğu için, anası Hatun, on beş yıl Buhara hükümdarı olarak tahtta kalmıştır. Bu süre içinde Araplarla savaşta bulunmuş, Çinlilerle de barış antlaşması imzalamıştır.
Hatunlar, siyasi işlere baktıkları gibi, adli işlere de bakıyorlardı.
Uygurlar V11. asırda, devletlerini kurmadan önce, reisleri Alp İlteber savaşlarla meşgul olurken, anası Uluğ Hatun, ihtilaf ve davalara bakıyor; kanunlara tecavüz edenleri şiddetle fakat adaletle cezalandırıyordu. Bu sayede Uygurlar arasında nizam kurulmuş oluyordu.

Türk cemiyet hayatında kadın, bütün faaliyetlere serbestçe katılıyordu.
Bunun sebebi, kadına yönelik suçların en ağır şekilde cezalandırılmasıydı.
Fuhuşum meçhul olduğu bu cemiyette, ırza tecavüzün cezası ölümdü. Bu yüzden, kadın, hayatın her safhasında rahatlıkla yer alabiliyordu. Töreyle, kendisine yönelecek en hafif suç bile, büyük bir şiddetle cezalandırılıyordu. Böyle olunca, kadın erkeğiyle birlikte vatan müdafaası da dahil olmak üzere tüm faaliyetlere katılıyordu. Bu özgürlük ortamında, iffet ve saygınlığın en üst noktasına çıkıyorlardı. Türk ülkelerini ziyaret eden Marko Polo, İbn Batuta, İbn Fadlan gibi gezginler, bunları doğrular bilgiler vermektedir
.OSMANLI DA KADIN
Osmanlı toplumunda kadının statüsü incelenmek istendiğinde Osmanlı Devleti’nin coğrafi sahası 600 yıllık tarihinin her aşaması ve her bir yüzyılı araştırma konusu olabilecek niteliktedir. Türk töresinin ve İslâmî unsurların bir sentezinin oluşturduğu Osmanlı medeniyetinin üç kıtaya yayılmasında devletin bir dünya devleti olmasında Osmanlı kadınının da erkeği kadar katkısı olmuştur.

Devletin kuruluşundan itibaren Anadolu Bacıları (Bacıyân-ı Rum) ile başlayan Osmanlı kadınlarının siyasî askerî hukukî ve sosyal ekonomik ve kültürel faaliyetlerinin tam olarak anlaşılabilmesi için Osmanlı Devleti arşiv kaynaklarının; şeriyye sicillerinin vakfiyyelerin tapu tahrir defterlerinin tereke defterlerinin o dönemle ilgili yazılan klâsik eserlerin seyahatnamelerin yeterince incelenmesi gerekmektedir. Osmanlı kadınının statüsünün incelenmesinde dönem sınırlamasına da dikkat edilmesi gerekmektedir. Osmanlı kadınının sadece Tanzimattan sonra faal olduğunu farzederek yapılan çoğu -popüler- araştırmalarda Osmanlı tarihinin daha önceki dönemlerinde Osmanlı kadını çoğunlukla yok farzedilmektedir. Tanzimat dönemi ile ortaya çıkan farklılıkları anlayabilmek için klâsik dönem üzerinde yapılan araştırmaları da incelemek gerekir.

Mekan zaman ve sosyal tabaka açısından geniş bir yelpazeye sahip Osmanlı kadını içinde haremdeki köy kasaba ve şehirdekinin yanında müslim gayri-müslim Arabı Acemi Rumu Ermenisi ve Türkmenine kadar uzanan bir çeşitlilikte mevcuttur.

---Osmanlı toplumunda kadın denildiğinde ilk akla gelen kesim haremdeki kadın olmuştur. Harem hakkında edinilen bilgiler Avrupalı gezginler İstanbul’a gelen büyükelçiler sarayda hizmet etmiş esirler tarafından yazılan; ancak gerçekte söylentinin ve hayalin birbirine karıştığı eserlerden öğrenilenlerden oluşmaktadır.

Harem halkı “sultan unvanını taşıyanlar (valide sultan haseki sultan şehzadeler ve sultan kızlar) haremde bulunan idareci - eğitici kadro ve en son olarak hizmetliler grubundan oluşuyordu.Padişahın özel hayatını sürdürdüğü Harem-i hümayun; aynı zamanda Enderun kısmı ile erkeklerin harem kısmı ile kadınların eğitim gördüğü bir mekan idi. Her iki bölümde ilerleyebilmenin şartı liyâkat ve zekâ idi hareme alınan cariyelerin saray görgülerini öğrenmeleri terbiye ve nezaket konusunda bilgi sahibi olmaları amacıyla eğitimlerine dikkat edilirdi. Harem de kadınlara okuma-yazma Kur’an-ı Kerim ve Türkçe öğrenmelerinin yanında nakış işlemek dikiş dikmek dantel işlemek örgü örmek gibi meziyetler de kazandırılıyordu.

Harem hiyerarşisi içinde ğitim süresi Enderunda olduğu gibi yedi sekiz yıllık bir eğitimden oluşuyordu her kademede başarılı olanlar bir üst eğitime geçerlerdi. Bu sistem içinde yükselen kadınlar farklı bilgi ve becerilere sahip oluyorlardı. Padişah eşlerinin hemen hemen hepsinin odasında bir kitaplığı vardı. Günlerinin büyük çoğunluğunu okumakla ve okudukları kitaplar hakkında sohbet ederek geçirirlerdi. Özellikle tarih kitapları okuyanların yanında musikiye aşina olanlar da vardı. Bu açıdan valide sultanların çeşitli dönemlerde menfi-müsbet manada sarayda etkili olmalarında aldıkları eğitimin de etkisi büyüktür.

Padişah kızlarının -sultanların- eğitimi ile ise kendi anneleri dadı ve kalfalar uğraşırlardı. Okuma çağına geldiklerinde padişahın emri ile ilk derslere başlanırdı. Kur’an-ı Kerim’i okuma Arapça Farsça derslerinin yanında matematik tarih coğrafya dersleri verilirdi. XIX. yüzyıldan sonra bu derslere Fransızca musiki piyano dersleri de eklenmiştir.


,,,,,,,,Osmanlı da sadece haremdeki kadın değil; Anadolu kadınının da hukukî sosyal ekonomik alanlarda haklarını kullandıklarına dair örnekler bulunmaktadır.

Aileye verilen öneme bağlı olarak bu müessesenin kurulması devamı için devlet tarafından birtakım tedbirler alınmıştır. İslâm hukukunun uygulandığı Osmanlı Devletinde evlenmelerin kadı huzurunda yapılması ve yazılı hale getirilmesi ile kadınların güvence altına alındığı görülmektedir. Fetvâlarda izinnâmelerde ve sicillere kaydedilmiş nikah akidlerinde evlenecek kızın bu evliliğe razı olması şartı getirilmiştir. Dönemin kayıtları incelendiğinde hakkında kayıt tutulmayan evlenme akidlerinin geçersiz sayıldığı ortaya çıkmaktadır. Osmanlı Devletinde evlenme boşanma miras konularında kadınlar mahkemelere başvurarak haklarını aramışlardır.

Mahkemelere kadınların başvurmalarının başlıca sebebleri; İslam hukukuna göre hakları olan miras nafaka ve mehir konusunda alacakları ve anlaşmazlıkları halletmek idi. Kadınlar nikah akdi sırasında boşanma selâhiyeti isterlerse bu haklarını kullanabiliyorlardı. Şiddetli geçimsizlik kadının boşanma talebinde ilk sırayı alıyordu. Gaziantep’de Ümmühan adlı bir kadın mahkemeye başvurarak kocası Osman b. Ali’den mehrinden ve iddet parasından vazgeçerek ayrılmıştır. Ancak kadın daha sonra ödediği bedelin ağır olduğunu belirterek bu miktarı ödemesinin zor olduğunu ve haksızlığın giderilmesini talep etmiştir.

Erkeklerin eş ve çocuklarının geçimini temin ile mesul olmasının bir sonucu olarak ortaya çıkan nafaka hakkı erkeğin kadına karşı bir mesuliyeti idi. Bursa’da Abdullah oğlu Mehmet İzmir’e giderken ailesinin nafakasını karşılama konusunda bir akrabasını kefil tayin etmiş ancak bu kişi vazifesini yerine getirmeyince Mehmet’in eşi Kerime Hatun mahkemeye başvurarak hakkını istemiştir.

Ölen şahsın kimliği varisleri aile fertleri çocuk sayısı anne ve baba kardeşler ve mirasa dahil edilen diğer akrabalar hakkında bilgi sahibi olduğumuz tereke defterleri üzerinde Ankara Kayseri Konya Sivas Amasya Adana Diyarbakır Edirne Manisa ve Trabzon şehirlerinde yapılan bir araştırmada 1350 tereke defterinden 246 tanesi kadınlara aittir. Bunlar içinde 10 kadın köyde diğerleri ise şehirde yaşamaktadır.

Şeriyye sicillerinde yapılan incelemelerin büyük çoğunluğunda çok eşliliğin yaygın olmadığı birden fazla eşle evliliğin en önemli sebebinin ise; evlat sahibi olma kız çocuğu olanlar arasında da erkek evlat sahibi olma arzusu vardı.

Sosyal yardımlaşma ve dayanışma anlayışının ilk örneğini bulduğumuz “çıplak milleti giydirmek aç milleti doyurmak” ifadesi Türk-İslâm devletlerine vakıflar yoluyla toplumun ihtiyaçlarının karşılanması şeklinde devam etmiştir. Toplumda karşılıklı sevgi ve saygı anlayışı ile hiçbir zorlama olmadan sahip olduğu imkanlardan diğer insanların da yararlanmasını isteyen kadınlar vakıflar yolu ile kurdukları cami mescid han hamam medrese kütüphane hastahane köprü sebillerin Anadolu’nun hemen hemen her köşesine nakşedilmesinde de büyük rol oynamışlardır. Özellikle kadınların bu konuda en az erkekler kadar istekli olmaları da ayrı bir önem taşımaktadır.

Yoksul kızlara çeyiz verilmesi ve düğün yapılması okul çocuklarına gıda elbise yakacak yardımı yoksullara yemek verilmesi borçluların borçlarının ödenmesi mahallelerden köylere kadar su ihtiyacının sağlanması gibi farklı sahalarda faaliyette bulunan hizmet amaçlı vakıflar kurulmuştur. Böylece sadece aile kadınlarını değil yetim yoksul mahkumları da içine alan kadınlara imkanlar sağlanmakta idi.

Saray çeşitli yönleri ile halka önderlik etmiştir ki bunların başında valide sultanların başını çektiği hayır müesseseleri olan vakıflar da gelir. Osmanlının ilk zamanlarında kadınlar tarafından yaptırılan önemli bir vakıf kuruluşu Manisa’da Hafsa Sultan tarafından yaptırılan külliyedir. Külliye içinde bulunan hastahanede ruh hastaları musıki ile tedavi ediliyordu. Bu aynı zamanda kadınların ekonomik haklarını dilediklerince kullanmalarına bir örnekti. Bugün Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivinde yer alan 30.000 vakfiyyenin içinde kadınların kurduğu vakıfların sayısı hiç az değildir

Ankara Şeriyye Sicilerine göre burada kurulan 151 vakıftan 43 tanesi 1546 tarihli İstanbul Tahrir defterlerine göre ise 2517 vakfın 913’ü kadınlara aittir.

Kadınlar ekonomik hakları bakımından tıpkı erkekler gibi eşit haklara sahipti. Kazandığı para kendisine aitti ve dilediği gibi kullanabilirdi. Kadınların gelirlerinin başında evlenirken nikah akdi sırasında belirlenen mehir miras payı ve diğer yollardan elde edilenler bulunuyordu. İslâm hukukuna göre mal ayrılığı prensibine bağlı olarak kadınlar bu gelirlerini istedikleri gibi çeşitli yatırımlarla değerlendirmişlerdir. XVII. asırda Kayseri’de mülk sahibi olan erkekler ile kadınların sayısının birbirine yakın olduğu tespit edilmiştir. Kadınlar ticarî haklarını da bizzat ya da vekilleri vasıtasiyla mahkemelere başvurarak aramışlardır.

Toplumda kadının iktisadî faaliyetinin bir yönü de; tarımın başlıca geçim kaynağı olmasından dolayı ekim dikim hasat satış konularında kadınlar erkeklerle aynı kimi zaman daha önde olmuşlardır. Kırsal kesim kadını bu açıdan anaerkil yapıyı sürdürmektedir. Şehirlerde yaşayan kadınlar ise bu kez el emeklerini değerlendirerek isimlerini duyurmuşlardır. Manisa’da şehre getirilen pamuğu ip haline getiren ve tezgahlarda dokuyan kadınlar şehirde çıkrık sayısı artınca bundan mağdur duruma düşmüşler ve çıkrıkların sayısının sabit tutulması için mahkemeye başvurmuşlardır. Şehirlerde yaşayan kadınlar ise dokumacılık ip eğirme örgücülük gibi işlerde çalmışlardır. Bursa’da mum imaliyle uğraşan Fatıma Hatun loncaya kaydedilmek için mahkemeye başvurmuştur.

Osmanlı Devletinin klâsik dönemine bugünden bakarak kadınların siyasî ekonomik askerî kültürel haklarının olmadığını belirtmek mümkün değildir. İncelenen Osmanlı kaynaklarına dayanarak Osmanlı kadınının işlevsiz bir yapıya sahip olmadığını söylemenin yanında mükemmel olduğunu da iddia etmemek gerekir. 600 yıllık Osmanlı Devletinin arşiv kaynaklarının henüz yeterince incelenmemesi Osmanlı Devleti açısından da daha pek çok keşfedilecek mevzuun olduğunu göstermektedir. Buna bağlı olarak Osmanlı kadınının Türk- İslâm kültürünün temel taşlarının bugünlere taşınmasında önemli bir role sahip olduğunu göz ardı etmemek gerekir.
KADIN HAKLARI (İslam da fazla kadın ile evlenmenin hükmü)
Türkiye’de çağdaş psikiyatrinin kurucusu olan Pr. Dr. Mazhar Osman bu nedenle şunu söyler : “Ben Taaddüt-ü Zevcatı bir kusur değil, kemali eser olduğuna inanıyorum.”.Zaten Avrupa’da tek eşle yaşayan, zina etmeyen , çocuğu belli olan kaç toplum vardır. Kendi toplumunun yapısını çok iyi ben Pr. Dr. Forel şunu söylemektedir : Avrupa’da tek eş taraftarlığı etiket, riyadan başka bir şey değildir. Erkek hanımını neden kandırsın ki ? Ya izin alır evlenir yada asla zina yapmaz. Batı ise zina, fuhuş, homo-lezbiyen bir toplum olma yolunda, hayvanlarla cinselliğe yönelmiş bir çağdaş lut kavmi konumundadır. Bu nedenle Angutil, “Acele T. zevcat kabul edilmelidir. Geçen her saat toplumsal bir suç olmaktadır.” demektedir.Wictor Gambot, Charles Richet; tek eşlilik, kadına hoş görünmek için uydurul-muş yalan gösteriştir derler.Wictor Marqveritte, Ayandan Gogslere, Dr. Charles Richet, Binet Sanglet... batının içine düştüğü buhranı görüp çok kadınla evliliği savunurlar.
1)---Belli şartlarda ancak erkek ikinci bir kadınla evlenebilir. Mesela ; bir savaş olsa erkeklerin sayısı ülke düzeyinde azalsa (her savaşta olduğu gibi) ülkede kadın nüfusu çok, erkek nüfusu az olsa. Medeni kanunlara göre her erkek bir kadınla evlense, fazlalık olan eşitliğin üstünde fazla olan kadınlar ne yapacak? Zina mı, fuhuş mu ? ( I. Dünya savaşından sonra Almanya’da, Fransa’da vs olduğu gibi)
2)--- 1.Hanımı izin verirse, ( mali, sosyal-kültürel) şartlarda uygun olursa, erkek o zaman 2. yada 3. bir eş daha alabilir. Kolay mıdır? Öyle çok evlilik yapmak. Bakın bügün toplumumuz sosyo-kültürel olarak bunu reddeder buda fazla evliliğin hükmünü düşürür.
AYET:İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp; aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi, O’nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda, düşünen kavim için dersler vardır.”[24]
HADİS:Erkeğin en hayırlısı, kadına en iyi davranandır. (Bk. Buhâri, nikâh 43; Müslim, fedâil 68) Evde hanımıyla şakalaşmak, eğlenmek ve onu eğlendirmek kocanın görevlerindendir.

KADIN HAKLARI (CUMHURİYET DÖNEMİ)

Türk kadınının toplum hayatındaki yeri her zaman bir olmamıştı. Bizde ve diğer medenî memleketlerde kadının bugünkü yeri uzun bir gelişmenin sonucudur. Hattâ bugün bile, dünyanın en medenî memleketlerinde kadın hukuku tartışma ve eleştirme konusudur.

Eski Türk cemiyetlerinde kadınla erkek arasında bir ayrılık yoktu. Türklerde toplumun temelini aile teşkil etmekteydi. Çünkü Türklerde aile kutsal, bir topluluktu. Anadolu'da seyahat eden İbni Batuta seyahatnamesinde Türk kadınlarından şöyle sözeder. "Burada acaip bir hal gördüm. Türkler nezdinde kadınlar tazim görmektedir. Kadınların mertebeleri erkeklerden yüksektir."

^^ İslâm hukukuna dayanan Osmanlı İmparatorluğunda, kadın birçok haklarını kaybetti.???
Okur-yazar kadınlar, 19. yüzyıl sonlarında gazetelerde kadın sayfalarının yer almasına ve hatta kadınlar için,yazarları da kadın olan gazete ve dergilerin yayınlanmasına zemin oluştururlar.
(Mukadderat, Şukufezar, Hanımlara Mahsus Gazete) gibi. II. Meşrutiyet
Dönemi’nde aydın kadınlar, kadın statüsünün değerlendirilmesi amacıyla Teali-i
Nisvan, Müdafaa-i Hukuku Nisvan, Asri Kadınlar Cemiyeti gibi dernekler
kurulmuştur.

Madde-1- Hukuk bakımından iki kadın bir erkeğe eşitti. Aile de bu eşitlik prensibi üzerine kurulmuştu. Bir erkek dört kadın alabildi.
Madde-2-Boşanmada erkeğin hakkı idi, erkeğin "Seni boşadım demesi ayrılmak için yeterli idi. İslâm hukukunun uygulandığı Osmanlı Devletinde evlenmelerin kadı huzurunda yapılması ve yazılı hale getirilmesi ile kadınların güvence altına alındığı görülmektedir. Fetvâlarda izinnâmelerde ve sicillere kaydedilmiş nikah akidlerinde evlenecek kızın bu evliliğe razı olması şartı getirilmiştir. Dönemin kayıtları incelendiğinde hakkında kayıt tutulmayan evlenme akidlerinin geçersiz sayıldığı ortaya çıkmaktadır. Osmanlı Devletinde evlenme boşanma miras konularında kadınlar mahkemelere başvurarak haklarını aramışlardır) Mahkemelere kadınların başvurmalarının başlıca sebebleri; İslam hukukuna göre hakları olan miras nafaka ve mehir konusunda alacakları ve anlaşmazlıkları halletmek idi. Kadınlar nikah akdi sırasında boşanma selâhiyeti isterlerse bu haklarını kullanabiliyorlardı. Şiddetli geçimsizlik kadının boşanma talebinde ilk sırayı alıyordu. Gaziantep’de Ümmühan adlı bir kadın mahkemeye başvurarak kocası Osman b. Ali’den mehrinden ve iddet parasından vazgeçerek ayrılmıştır. Ancak kadın daha sonra ödediği bedelin ağır olduğunu belirterek bu miktarı ödemesinin zor olduğunu ve haksızlığın giderilmesini talep etmiştir.

ÖNEMLİ NOT:300 senelik Osmanlı dönemi İstanbul arşivini inceleyen Gibbons, 300 senede İstanbul’da toplam 10 boşanma davasının olduğunu araştırmaları sonucu bulmuştur.Ya günümüzde 3 saatte sadece İstanbul ‘un bir mahkemesinde kaç boşanma davası görülmektedir ?

Madde-3)Kadının aile içinde de bir yeri yoktu(buna göre kadın dış kapının mandalı :)). Harem denilen kısımda oturur, erkek topluluklarına katılamazdı.Kadınlara fikir danışılmaz hatta erkeğin işine karışmasına bile izin verilmezdi.. Cenab-ı Hak Peygamberine çevresindeki müslümanları kastederek der kı: "Yapacağın işler hakkında onlara danış." (Al-i İmran Suresi:159) buyurarak peygamberine çevresine danışma emri veriyor. Allah Resulunun hanımlarına danışıp da tersini yaptığına dair elimizde bir tek örnek yoktur.Bu sözün uydurma olduğunun en güzel örneği Allah Resulunun Hudeybiye savaşının önemli bir anında hanımı Ümmü Seleme'nin söylediği fikri doğru bularak onun sözüne uygun karar vermesidir. Hz.Ömer Şifa Hatunun fikrine çok önem verirdi. Yine mehir konusunda dörtyüz dirhemden fazla verilmemesini tavsiye eden Hz.Ömer'in mescitte cemaat huzurunda Nisa Suresi'nin 20.ayetini delil gösteren bir kadın tarafından ikaz edildiğini ve kadının gösterdiği delil karşısında Hz.Ömer'in fikrinden vazgeçtiği, hatasını itiraf ettiği, kadına dönerek "Kadın Ömer'den daha iyi bildi" dediği bilinmektedir.
Hz.Ömer halifeliği esnasında, kadınlarla istişare de bulunuyor, onların görüşlerini alıyordu. Hz.Ömer kızı Hafsa'ya kadınların kocalarından ne kadar süre ayrı kalacağını sormuş, kızının ona verdiği cevaba uygun olarak Hz.Ömer bu süreyi dört ay olarak belirtmişdir.

Madde-4-Sokağa çıkarken çarşaf giyer, yüzlerini de peçe ile örterdi. Osmanlı’da kadınlar başından beri çarşaf giyiyor değillerdi. Peki ne zaman ve nasıl geldi çarşaf? Bu konuda bazı tanıklar, ilk çarşafın İstanbul’a Suphi Paşa’nın Şam Valiliği sırasında ve onun harem kadınları tarafından 1871’de geldiğini söyler. Bu oldukça geç bir tarihtir. Bunu başlangıç olarak alsak bile Cumhuriyet ilan edildiğinde çarşafın Türkiye’deki ömrü yarım asra zar zor ulaşmış bulunuyordu. Ferace karşısında yaygınlaşmasının ise 1890’lara doğru gerçekleştiğini görüyoruz. Nitekim bize Osmanlı kadın tarihiyle ilgili değerli bilgiler bırakan Leyla Saz, 1878’de İstanbul’da ferace giyildiğini, ilk çarşafı, eşinin valiliğe tayini üzerine Trabzon’a gidince diktirdiğini ve İstanbul’a dönüşünde kadınların çoğunun çarşaf giymeye başladığını görüp şaştığını anlatır. Yani aslında çarşaf, onu yasakladığı söylenen Abdülhamid döneminde yaygınlaşmış olabilir.Abdulhamid in çarşafı yasaklayan fermanıda vardır.bu Anadolu halkının Hıristiyan ve iran Şiilerinden etkilenmesidir ve gayet doğaldır.

madde5-- Kadınlar hiç bir mesleğe giremezler, ev işleriyle uğraşırlardı. Ankara Şeriyye Sicilerine göre burada kurulan 151 vakıftan 43 tanesi 1546 tarihli İstanbul Tahrir defterlerine göre ise 2517 vakfın 913’ü kadınlara aittir.

Kadınlar ekonomik hakları bakımından tıpkı erkekler gibi eşit haklara sahipti. Kazandığı para kendisine aitti ve dilediği gibi kullanabilirdi. Kadınların gelirlerinin başında evlenirken nikah akdi sırasında belirlenen mehir miras payı ve diğer yollardan elde edilenler bulunuyordu. İslâm hukukuna göre mal ayrılığı prensibine bağlı olarak kadınlar bu gelirlerini istedikleri gibi çeşitli yatırımlarla değerlendirmişlerdir. XVII. asırda Kayseri’de mülk sahibi olan erkekler ile kadınların sayısının birbirine yakın olduğu tespit edilmiştir. Kadınlar ticarî haklarını da bizzat ya da vekilleri vasıtasiyla mahkemelere başvurarak aramışlardır.

Toplumda kadının iktisadî faaliyetinin bir yönü de; tarımın başlıca geçim kaynağı olmasından dolayı ekim dikim hasat satış konularında kadınlar erkeklerle aynı kimi zaman daha önde olmuşlardır. Kırsal kesim kadını bu açıdan anaerkil yapıyı sürdürmektedir. Şehirlerde yaşayan kadınlar ise bu kez el emeklerini değerlendirerek isimlerini duyurmuşlardır. Manisa’da şehre getirilen pamuğu ip haline getiren ve tezgahlarda dokuyan kadınlar şehirde çıkrık sayısı artınca bundan mağdur duruma düşmüşler ve çıkrıkların sayısının sabit tutulması için mahkemeye başvurmuşlardır. Şehirlerde yaşayan kadınlar ise dokumacılık ip eğirme örgücülük gibi işlerde çalmışlardır. Bursa’da mum imaliyle uğraşan Fatıma Hatun loncaya kaydedilmek için mahkemeye başvurmuştur.

(Fakat köylerde kadın eski Türk adetlerine bağlı kalmıştı. Yüzünü örtmez, dışarda erkeği ile birlikte çalışabilirdi.)

madde-6-Eve kapatılan, toplum hayatına katılmasına izin verilmeyen, cahil bırakılan Türk kadını üzücü ve ezici hayatını devrime kadar yaşadı.
İstiklal Savaşında vatanı kurtarmak, erkeğinin yükünü hafifletmek için sırtında çocuğuyla cepheye koşan Türk kadını, milli davada kendine düşen vazifeyi büyük bir fedakarlıkla yaptı. Bu, aynı zamanda yüzyıllarca bütün haklarından mahrum edilerek, kafes arkasına kapatılan Türk kadınının hürriyet mücadelesi oldu.

İstiklal Savaşından sonra girişilen devrim hareketinin en önemlisi Türk kadınının toplum içinde hakkını ve vazifesini alması olmuştur. Atatürk yalnız devlet müesseselerinde yapılan devrimleri yeter görmüyordu. O Türk toplumunun laik esasları üzerine kurulmasını, yaşayış şekilleriyle hayat görüşlerinin de değişmesini gerekli buluyordu. Bunun için de her şeyden önce kadına aileden ve toplumda doğal haklarının verilmesi gerekiyordu. Atatürk, vatan topraklarının değerlendirilmesinde ve Türk toplumunun kalkınmasında kadının rolünü belirterek demiştir ki:

"Bizi analarımızın adam etmesi lazımdır. Onlar edebildikleri kadar etmişlerdir. Bundan sonra başka zihniyette, başka kemalatta adamlara muhtacız. Bunları yetiştirecek olanlar bundan sonraki analardır."

Türk kadınının haklarına kavuşması için yapılan yenilikler şunlardır;

1.Kadın hukuku: Medeni Kanunun kabulü ile kadınlarımız medeni haklarına kavuşmuş ve yeni Türk ailesi kurulmuştur. Modern Türk ailesinde erkekle kadın eşit haklara sahiptir. Evlenmede her iki tarafın isteği esas tutulmuş, dini nikah yerine kanuni evlenme usulü konulmuştur. Türk Medeni Kanunu boşanmayı da hakimin kararına bırakmıştır.

2.Kadına siyasi haklar tanındı. 1930 yılında kabul edilen Belediye Kanunu ile kadına belediye üyesi seçmek ve seçilmek hakkı verildi5 Aralık 1934'te çıkarılan bir kanunla vatandaşların kutsal hakkı olan milletvekili seçmek ve seçilmek hakkına da kavuştu. (1928 ingiltere kadına seçeme seçilme hakkı verdi.yaş:21)
Önemli Not: Seçme ve seçilme hakkı kadınlara Hz. Resul döneminde verilmişti.Hz. resul “Akabe biatlarında “ kadınlardanda biat (kabul oyu ) almıştı fakat ilerki yıllarda iktidarı elinde bulunduran bazı çevreler erkeklerden olduğu gibi kadınlardan da seçme ve seçilme hakkını almışlardır... Dolayısı ile çağımız, müslümanların (.....) hatasını yine islama mal ederek, islmda kadının seçme ve seçilme hakkının olmadığı, gibi yanlış bir sonuca varmışlardır.
KADINLARIN OY KULLANMASI
MÜMTEHİNE SURESİ 12. AYETTE KADINLARIN BİATLARININ - O YILLARIN OY KULLANMA ŞEKLİ - KABUL EDİLECEĞİ BELİRTİLMİŞ VE BU HAK KUR'AN İLE 1400 SENE ÖNCE KADINLARA BİR HAK OLARAK TANINMIŞTIR !HZ. RESUL'DE AKABE BİATLARINDA KADINLARDAN BİAT - OY - ALMIŞTIR.AMA DAHA SONRA PADİŞAHLIK ,EMİRLİK GİBİ MAKAMLAR İLE OY -BİAT SİSTEMİ KULLANILMADIĞI İÇİN , HEM ERKEK HEM KADIN OY HAKLARINDAN MAHRUM KALMIŞTIR! Peygamberimiz kadınlardan da bey'at almıştır. (bk. Kur'ân-ı Kerîm 60/12 âyeti ve tefsirleri.) Hz. Ömer'den sonra seçilecek halife için, evlenmemiş genç kızlar dahil, herkesten fikir alınmıştır.(bk. Muhammed Hamîdullah, Islâm Müesseselerine Giriş Ist.1981, s. 112

3-Kadın kıyafetinde değişiklik: Türk kadınının modern Türk toplumundaki yerini tam anlamıyla,alması ve kendisine tanınan hukukî haklardan istifade edebilmesi için kadın kıyafetinde de değişiklik yapmak gerekiyordu. Türk kadınının kimliğini .gizleyen peçe ve çarşafın kaldırılması gereğine inanan Atatürk, bu husustaki fikrini şu sözlerle belirtmiştir : "Seyahatim esnasında köylerde değil, bilhassa kasabalarda ve şehirlerde kadın arkadaşlarımızın yüzlerini ve gözlerini çok kesif olarak kapattıklarını gördüm. Erkek arkadaşlar, bu biraz bizim bencilliğimizin eseridir. Onlar da yüzlerini cihana, göstersinler ve gözleriyle cihanı dikkatle görebilsinler, bunda korkulacak bir şey yoktur."
Sormazlar mı? adama; şapka kanunu nu getiren zihniyet neden o kadar abes gördüğü çarşafı kaldırma kararı almamış ya da alamamıştır.Bunları yazan şahıs neden bunu bir madde gibi ele almasına rağmen bunu fikirle geçiştirmiştir.Peki olay böyle itham ediliyor ama Mustafa kemal in hanımı kapalı bir bayandır ve bir Osmanlı hanımefendisidir. Birçok konuda Mustafa Kemal ile fikir alışverişi yapacak kadar bilgilidir.Öyle ki hırçın ve söz geçiren bir hanımefendidir.
KADINA VERİLEN SİYASİ HAKLAR
.
-1858’ de Kızlarımız için ilkokul ve ortaokulların eğitimine başlanır.
-1842’ de Meslek okulu olarak ilk önce,Askeri Tıbbiye’ye bağlı olarak ilk “Ebe Okulu”
-1869’ da İnan Sanayi Mektebi (Kız Sanat Okulu),
-1870’de Darülmuallimat” (Kız Öğretmen Okulu) açılır.
-1921: Darülfünun'da karma öğretime geçildi.
-29 Ekim 1923: Cumhuriyet ilan edildi. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte kadınların kamusal alana girmesini sağlayan yasal ve yapısal reformlar hızlandı.
-3 Mart 1924: Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğrenim Birliği) çıkarıldı. Böylece eğitim laikleştirilerek tüm eğitim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlandı. Kız ve erkekler eşit haklarla eğitim görmeye başladı.
-17 Şubat 1926: Türk Medeni Kanunu'nu kabul edildi. Kanun ile erkeğin çok eşliliği ve tek taraflı boşanmasına ilişkin düzenlemeler kaldırıldı, kadınlara boşanma hakkı, velayet hakkı ve malları üzerinde tasarruf hakkı tanındı. 4 Nisan 1926 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan kanun 4 Ekim --1926 tarihinde yürürlüğe girdi.
-1930: Belediye yasası çıkarıldı. Yasa ile kadınlara belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanındı.
-1930: Kadın ve çocukların korunmasına ilişkin ilk düzenleme Umumi Hıfzısıhha Kanunu ile yapıldı.
-1930: Doğum izni düzenlendi.
-10 Haziran 1933: Kız çocuklarına mesleki eğitim vermek amacıyla Kız Teknik Öğretim Müdürlüğü kuruldu.
-26 Ekim 1933: Köy Kanunu'nda değişiklik yapılarak kadınlara köylerde muhtar olma ve ihtiyar meclisine seçilme hakları verildi.
-5 Aralık 1934: Anayasa değişikliği ile kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı. Türkiye bu hakkı kadınlara tanıyan ilk Avrupa ülkesi oldu. Türk kadını bu yeni haklarını hemen kullandı.
-8 Haziran 1936: İş Kanunu yürürlüğe girdi. Kadınların çalışma hayatına düzenleme getirildi.
-1937: Kadınların yeraltında ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılması 1935 tarihli 45 sayılı ILO sözleşmesi ile yasaklandı.
KADIN HAKLARI(GAZETEDEN)
19 yda önem kazandığını ilk kadın hakları savunucusu Halide Edip Ataturk'un kadina ve kadin haklarina verdigi onemi su satirlar daha iyi anlatmaktadir:

"Bizce, Turkiye Cumhuriyeti anlaminda kadin, butun Turk tarihinde oldugu gibi bugun de en muhterem yerde her seyin ustunde yuksek ve serefli bir mevcudiyettir."

" Erkeklere ilk ogudu, ilk egitimi veren ve onun uzerinde ilk analik nufuz ve tesirini kuran kadindir."

"Suna inanmak lazimdir ki, dunya yuzunde gordugumuz her sey kadinin eseridir."

"Herhalde kadinlarimizi da erkekler gibi ayni ogrenim derecesinden gecirmelidir. Onlara, erkeklere ogrettigimiz seylerden baska kadinlik vazifelerini de ogretmeye mecburuz."
Kadinlarin hukuk alaninda gercek bir esitlikten yararlanmalari Cumhuriyeti izleyen yillarda mumkun olabildi. 1924 Anayasasi'nin Secme ve Secilme hakkindaki 10. ve 11. maddeleri, 2599 sayili ve 5 Aralikta 1934 tarihli kanun ile degistirilerek kadinlara da secme ve secilme hakki taninmistir. Ataturk'un Cumhuriyet'i izleyen yillarda yaptigi inkilaplarin bir dizisi kadin haklari konusundadir. Bunlardan en onemlisi kadini aile hukuku alaninda da erkeklerle esit hale getiren Medeni Kanun'dur.
Sefika YAPICI
---KENT Gazetesi, (Kilis), Sayi:9810
KADIN HAKLARI(GAZETEDEN)
Önce bilelim ki hiçbir lider, hiçbir devlet adamı kadın hakları konusunda Atatürk gibi, o ölçüde savaşım vermemiştir. M. Kemal, kadınların da birer insan olduğunu, onların da erkekler gibi çalışması, yaşaması ve toplumsal yaşama etkin katkıda bulunması gerektiğini vurgulamış, sonra da bu inanış doğrultusunda çaba harcamıştır. Kadınların hak sahibi olmaları gereği Atatürk devrimlerinin ayrılmaz bir parçasıdır.
Mustafa Kemal 3 Şubat 1923'te İzmir'de bir konuşmasında bakınız kadınlar için neler söylemiş.
"Kadınlarımız bundan sonra haremlere kapatılmayacak, gizlenmeyecek, yüzlerini örtmeyeceklerdir. Çünkü bu tüm ülkenin daha çok acılar çekmesine neden olacaktır. Türk kadınları ulusal bağımsızlığımız için savaş boyunca cesaretle dövüşmüşlerdir. Bugün onlar özgür olmalı, eğitim olanaklarından yararlanmalı, erkeklerimizinkine eşit bir düzeye çıkarılmalıdır."
Ve 3 Nisan 1930 kadınlarımıza belediye meclislerinde seçme ve seçilme haklarını veren yasa yürürlüğe giriyor.
Atatürk'ün Trabzon'a ikinci ziyaretleridir. Tarih: 27 Kasım 1930. Aynı gün programında Belediye'yi ziyaret vardır. Belediye meclis odası, şimdi başkanın makam odasıdır. Belediye Başkanı Temel Nücumi Göksel, Atatürk ve beraberindekileri kapıda karşılar. Beraber belediye meclis salonuna gelinir.
Salonda üç bayan bulunmaktadır. Belediye Başkanı bu üç bayan Belediye Meclis Üyelerini Atatürk'e takdim eder: Sakibe Hanım, Şazimet Hanım ve Falka Hanım. Kadınlarımıza Belediye Meclis Üyeliği'ne seçme ve seçilme hakkı o yıl verilmiştir. Trabzon'da Atatürk'ün karşısına üç Belediye Meclis Üyesi hanım çıkar. Atatürk, Belediye Meclis Üyesi hanımların arasına oturur. Programa göre Atatürk'ün belediyeyi ziyaret süresi 15 dakika olarak belirlenmiştir. Ancak ziyaret birbuçuk saat kadar sürer. Hemen açıklayalım. Trabzon'da bugün Belediye Meclisi'nde tek bir bayan üye bulunmamaktadır.
Kadın hakları niçin gündemde. Yasalara göre kadın-erkek arasında eşitlik vardır. Yasalarda var ama, hayata geçirilmemiş. Bunun baş nedeni, kadının eğitimsizliği. Bir başka önemli neden de kadınların örgütsüzlüğü. Siyasi partilerde kadın kolları vardı, kaldırıldı. Bazı partilerin kadınlar için koydukları kadın kotaları da yeterli olmadı. Çoğunluk erkeklerde.
Özellikle kırsal kesimde kadınlarımız eğitimden çok yoksun. Kırsal kesimin sağlıksız da olsa kentleşmesinde gecekondularda da yaşasalar, kızların okuma olanakları bulunuyor.
Kadın, anamız, kardeşimiz eşimiz. Çocuklarımızın anası...
Koruyalım, saygı duyalım.
Atatürk'ün kadınlara verdiği değeri unutmayalım.
• Ömer GÜNER
• KARADENİZ Gazetesi, (Trabzon), Sayı: 6072

SONUÇ
Bütün bu bilgilerin ışığında şunları söyleyebiliriz ki; Türk kadını, başka hiçbir millette görülmeyecek şekilde bir değere sahipti.
Bugün kadın hakları konusunda canını veren La Cambe, Ronald, de Gouges, Fransızlar için gurur kaynağı olabilir Hindiler İndra Gandhi ile, Siyonistler Golde Mair ile, İngilizler Margaret Thatcher, Arjantin İsabelita Peron ile öğünebilir;; fakat, onların öğündükleri mertebeye, Türk kadını, asırlar öncesinde zaten sahipti. Avrupa´da ve Amerika´da, 19. yüzyılın ikinci yarısında sahip oldukları vatanlarını müdafaa hakkına, Türk kadını doğuştan sahipti. O yüzden, Türk kadınının "feminizm" gibi akımlara itibar etmesine gerek yoktur. Toplumumuzda görülen kadın karşıtı olaylar, Türklüğünün şuuruna varmamış olan insanlar tarafından yapılan olaylardır.
Türk insanı, yeniden maneviyatına döndüğü zaman, Türk kadını da, layık olduğu yeri bulacaktır. Türk kadını üzerine yapılan araştırmalar, kadın-erkek eşitliği üzerine değil, kadın-erkek birliği üzerine kurulmalıdır.


KAYNAKLAR
-Öğel, Bahaeddin, Türk Kültürünün Gelişim Çağları, İst. 1988
-Ergin, Muharrem, Orhun Abideleri, İst. 1988
-Ergin, Muharrem, Dede Korkut Kitabı, İst. 1988
-Sevinç, Nejdet, Eski Türklerde Kadın ve Aile, İst. 1987
-Karaman, Hayreddin, Başlangıçtan Günümüze Kadar İslam Hukuk Tarihi, İst.
1974
-Turan, Osman, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, İst. 1980
-Gürkan, Ahmed, İslam Kültürünün Garbı Medeniyetleştirmesi, Ank. 1988
-Donuk, Abdülkadir, İdari-Askeri Unvan ve Terimler, İst. 1988
-Donuk, Abdülkadir, Eski Türk Ailesi ve Vasıfları, Türk Yurdu Dergisi, sayı16, Mayıs 1988 sayfa 5
-Küçük, Abdurrahman, Dinlerde Evlilik Anlayışına Genel Bir Bakış, Türk Yurdu
Dergisi, sayı 40, Aralık 1990, sayfa 58
-Öke, Mim Kemal, Avrupa´da ve Amerika´da Aile Kurumu ve Devlet Koruyuculuğu,
Türk Yurdu Dergisi, sayı 16, Mayıs 1988, sayfa 10-11
-Bayram, Cezmi, Aile Müessesesi ve Bazı Tecavüzler, Türk Yurdu Dergisi, sayı
16, Mayıs 1988, sayfa 4
-Kafesoğlu, İbrahim, Milliyetçilik ve Aile, Türk Kültürü Dergisi, sayı 88, Şubat 1970, sayfa 235
-Kandemir, M.Yaşar,Örneklerle İslam Ahlakı, İst.1982
-Topaloğlu, Bekir,İslamda Kadın, İst.1974
-Mevdudi, Hicab,terc.Gencelli, Ali, 1978
-Öztuna, Yılmaz,Türk Tarihinden Yapraklar,İst.1982
- Ömer GÜNER Karadeniz Gazetesi, (Trabzon), Sayı: 6072
-Sefika YAPICI KENT Gazetesi, (Kilis), Sayi:9810
- Muhammed Hamîdullah, Islâm Müesseselerine Giriş Ist.1981, s. 112
-. Kur'ân-ı Kerîm 60/12 âyeti ve tefsirleri

Müslümanların en büyük 20 icadı

KAHVE
Rivayete göre Güney Etiyopya'nın Kaffa bölgesinde Arap bir çoban olan Halid koyunlarının bir bitkiyi yedikten sonra canlandığını gördü. Halid bu bitkiden topladı ve götürüp kaynarak içti.
İlk olarak geceleri uyanık kalıp çalışmak ya da dua etmek isteyen Sufi alimler tarafından kullanıldığı tahmin edilen kahve ancak 1645 yılında Venedik'e ulaştı. İngiltere'nin başkenti Londra'daki ilk kahvehaneyi ise bir Türk açtı.


GÖZ
Antik Yunan'da insanlar gözümüzden ışınların çıktığını ve bu sayede görebildiğimizi düşünürdü.
Dünyada ilk kez ışığın göz içine girerek kırılması sonucunda dünyayı gördüğünü keşfeden 10. yüzyılda yaşamış bir Müslüman alim olan İbni Haytam'dı. Karanlık odayı ve ışık oyunlarıyla görüntü elde etmeyi ilk olarak İbni Haytam keşfetmişti.

SANTRANÇ
Satrançın bugün oynanan formu ilk kez İran'da geliştirildi ve buradan Batıya yayıldı.10. yüzyılda İspanyollar Emeviler aracılığıyla satrançla tanıştı

UÇMAK
Wright Kardeşlerin ilk uçma denemesinden 1000 yıl kadar önce 852 yılında Abbas İbn Firnas adlı bir Arap Cordoba'daki Ulucaminin minaresinden tahtadan kanatlarla atladı.
Uçmayı umuyordu, tabii uçamadı. Ama tahta kanatların yarattığı paraşüt etkisi sayesinde hafif bir şekilde yere düştü. 875 yılında 70 yaşındayken bu kez ipek ve kartal tüylerinden yaptığı kanatlarla bir uçurumdan atladı. 10 dakika kadar havada kalmayı başardı.


SABUN
Haçlı Seferlerindeki Hıristiyan askerleri gören Müslümanları dehşete düşüren şey onların saldırganlığı değil Avrupalıların çok nadir banyo yapmaları ve vücutlarının çok kötü kokmasıydıEski Mısır'da da sabun vardı ancak Araplar bitki yağlarını karıştırarak modern anlamdaki sabunu oluşturdu. Şampuan da bir Arap icadıdır. Şampuan ilk kez İngiltere'ye 1759'da gelmiştir.

SIVILAR
Sıvıları dağişik kaynama noktalarına göre birbirinden ayırma da ilk kez Müslüman bilim insanı Jabir ibni Hayyan tarafından bulundu.Yaptığı deneylerle de modern kimyanın kurucusu sayıldı.


MİL SİSTEMİ
Düz hareketi döner harekete çeviren mil sistemi de ilk kez bir İslam bilgili olan El Ciziri tarafından geliştirilmiş ve içten ateşli motorun icadına kadar tüm dünyadaki mekanik cihazların temel presibini oluşturmuştu.



ELBİSE

Elbiselerin kumaşı ve astarının arasına dolgu malzemesi kullanılması da yine Ortadoğu'da ortaya çıkan bir icattır.

.
KUBBE VE KEMER

Kubbe ve kemer şeklindeki yapılar İslam mimarisinin ürünüdür. Özellikle kubbe mimarisi konusundaki teknikler Avrupa'ya İslam bilginleri aracılığıyla taşınmıştır.İngiltere Kralı V Henry'nin sarayının mimarı da bir Müslümandı.

CERRAHİ ALETLER

Dünyada bugün kullanılan cerrahi aletlerin tümünün nihai dizaynları Endülüs Emevilerinden El Zehravi'ye aittir. Neşter, kemik testereleri, göz ameliyatı makaslarının da aralarında bulunduğu 200 cerrahi alet modern tıpta da kullanılır.
Hayvan bağırsaklarından yaptığı iplikle attığı dikişlerin kendi kendine kaybolduğunu da Zehravi keşfetmiş ve yine hayvan bağırsaklarından ilk kapsülü yapmıştır. 13. yüzyılda İbn Nafis de dolaşım sistemini tanımlamıştır.

DÜNYA VE GÜNEŞ
Dokuzuncu yüzyılda çok sayıda İslam alimi dünyanın güneş etrafında döndüğünü söylüyordu.
Yani Galileo'dan tam 500 sene önce. O zaman yapılan ölçümlere göre dünyanın çapı 40 bin 253 kilometreydi. (gerçek ölçüden 200 kilometre daha az


RÜZGAR DEĞİRMENİ
Rüzgar değirmeni ilk olarak İran'da keşfedilmiş ve Arap ülkelerinde de geliştirilmiştir.Avrupa'da ilk rüzgar değirmeni bundan tam 500 yıl sonra kullanılmaya başlamıştır.


AŞI

İlk aşı da İslam dünyasında geliştirildi.Çiçek aşısının Avrupa'da kullanılmasından 50 yıl önce Osmanlı'daki çocuklar Çiçek hastalığına karşı aşılanıyordu


ALOGRATMA
Alogratma ve Trigonometri de İslam dünyasından Avrupa'ya gitti.




DOLMAKALEM
İlk dolmakalem de 953 yılında ellerini mürekkeple kirletmekten bıkan Mısır Sultanı'nın isteği üzerine icat edildi.

ÜÇ ÇEŞİT YEMEK
Ali İbni Nafi, Irak'tan İspanya'nın Cordoba şehrine geldiğinde Avrupa ilk kez bir öğünde üç çeşit yemek kültürüyle tanıştı.

HALI
Halı da Müslümanlar tarafından Avrupa'ya taşındı.Halı dokumasındaki tekniklerin hemen hemen tümü de Avrupalılar tarafından Müslümanlardan alındı

ÇEK
Modern banka çekinin kökeni de Araplarda kullanılan ve “sak” olarak adlandırılan bir kağıttı.Araplarda eskiden kervan soygunları çok olunca uzak yerlerdeki mallarını insanlar küçük yazılı kağıtlarla satmaya başladı. Dokuzuncu yüzyılda Müslüman bir tüccar Çin'de elindeki “sak”ları bozdurabiliyordu.



ARAŞTIRMACI(hayalperest):Şuayb ATEŞ