Blogumda Arama Yap (herşey var )

SEFER-İ KANDİYE



 Girit adasında bugün Herakleion adıyla bilinen tarihî şehir Kandiye, Girit'in kuzey kıyısında bulunmakta olup adanın en büyük şehridir. Minos uy­garlığının merkezi olan Knossos şehrin hemen yakınında yer almaktadır. Şehir, Girit'in Araplar tarafından fethinden son­ra eski yerleşme yerinin hemen yakınında bir kale olarak kurulmuştur. Araplar'ın buraya verdikleri Rabazulhendek veya Hendek adı daha sonra Grekçe ve İtalyan­ca'ya Kandaka, Kandika şeklinde girmiş­tir. Venedik kaynaklarında bu ad XIII. yüz­yılda Candica, Cantiga, XV. yüzyılda Candida, Avrupa kaynaklarında ise Candia Candie olarak geçer.

Adada 827 yılından itibaren başlayan Arap hâkimiyetine son veren Bizanslılar 6 Mart 961'de Kandiye'yi aldılar. Bu dö­nemde Bizanslılar Hendek yerine "büyük, muhkem kale" anlamında Megalokastron veya Kastron adını kullanmaya başladı­lar. IV. Haçlı Seferi'nin ardından Venedikli-ler'in eline geçen şehir (12 Ağustos 1204) Osmanlı hâkimiyeti de dahil Kandiye adıyla anıldı. Venedik idaresi altında umumi valilik haline getirilen ve dört bölgeye ay­rılan Girit adasının merkezi Kandiye oldu. Osmanlılar, Girit seferi sırasında yaklaşık yirmi üç yıl süren bir abluka ve kuşat­manın ardından anlaşma yoluyla şehri teslim aldılar.3

Osmanlı kuşatması başladığında müs­tahkem bir kale-şehir durumunda olan Kandiye tabyalı tahkimat sistemine göre korunuyordu. Kalenin doğusunda en büyükve en müstahkem tabya Ak Tabya idi. Her tabyanın ayrı cephaneliği vardı ve bunlarda çok sayıda top bulunuyordu. Önlerinde oldukça geniş ve derin hendek­ler kazılmıştı.4 Bir yerleşim yeri olmaktan çoK askerî bir üs özelliği taşıyan Kandiye, Osmanlı ida­resi kurulduktan sonra sivil iskânın etki­siyle bir yerleşim merkezi haline geldi.

Kandiye'nin teslim alınışı sırasında ora­da olduğunu belirten Evliya Çelebi eserin­de kale, tabyalar, dinî müesseseler, çarşı ve pazarları etraflıca tanıtmaktadır. Fındıklılı Mehmed Ağa muhasaralar başla­madan önce şehirde 250.000 evin bulun­duğunu, kuşatma sırasında bunların bü­yük bir kısmının tabya haline getirildiği­ni ve top ateşiyle yıkılanlarla birlikte ge­ride 80.000 kadar evin kaldığını yazarsa da bu rakamların hayli abartılı olduğu resmî kayıtlardan anlaşılmaktadır. Fe­tihten sonra düzenlenen 1080 (1669) ta­rihli tahrir defterlerinden biri doğrudan doğruya şehre ait olup ev, dükkân, cami, kilise, mahzen vb. binalarla bahçe ve bos­tanların sayımını ihtiva etmektedir. Bu deftere göre Kandiye'de elli altı mahalle­de 1051 ev, 313 dükkân, altmışaltı ma­nastır, beş kilise, otuz yedi mahzen, on iki cami, on bahçe, on sekiz bostan, dört kış­la, dört cephanelik, yedi değirmen, iki ka­rakol, birer hapishane, debbâğhâne ve ambar binası bulunuyordu. İçerisinde ba­rındırdığı binalara göre en büyük mahal­leler sırasıyla Hrİsto İskuludi, Evdime Ter-ya, Kera Ispato Polyotisa ve Hristo Kefale mahalleleriydi.5

Girit seferleri başlamadan hemen Ön­ce (1644) adada yapılan sayıma göre Kan­diye'de 14.500 kişi yaşıyordu. Osmanlılar şehri teslim aldıklarında sakinlerinin ço­ğu şehri terketmişti. Paul Reycaufnun belirttiğine göre burada kalan Venedik­liler sadece beş kişi olup yaşlı yahudi ve Rumiar'la birlikte bu sayı otuza kadar çık­maktaydı. Şehrin Osmanlılar'ın eline geç­mesinden on bir yıl sonra Girit'e uğrayan Bernard Randolph da benzer ifadeler kullanmaktadır. Evliya Çelebi, şehirdeki Venedikli ve Rum ahaliden hiç bahset­mezken 300 hâne yahudinin gitmeyerek burada kaldığını yazmaktadır. Köprülü-zâde Fâzıl Ahmed Paşa'nın Kandiye sefe­rini baştan sona kaleme alan Erzurumlu Osman Dede fethin ardından kalede sa­dece yetmiş seksen yahudinin kaldığını belirtir. Bu bilgiler resmî olarak da doğru­lanmaktadır. Fetihten sonra düzenlenen cizye defterine göre Kandiye'de 1670'te on üç hıristiyan, yirmi altı yahudi hanesi bulunuyordu. Hıristiyanların değişik ma­hallelerde yazıldıkları gözlenirken yahu-dilerin hepsi Hristo İskuludi mahallesin­de kaydedilmişti.6

Fâzıl Ahmed Paşa fethi müteakip Kan­diye'de geniş çaplı bir imar faaliyeti baş­lattı ve ka!e onarıldı. Ancak daha önceleri uygulanan sürgün metoduyla sistemli bir iskân hareketine Girit'te başvurulmadı. Şehre yerleşen ilk Türk nüfusu buraya tayin edilen memurlar, vakıflarda görev alan kişiler ve kale muhafızlığı yapan ku­mandan ve askerlerden oluşmaktaydı. Bunlara şehirden emlâk satın alıp yerle­şenler de eklenince toplam hâne sayısı 1947'ye 7 yükseidi.8

Kandiye alındıktan sonra şehirdeki on iki manastır IV. Mehmed, Sadrazam Fâzıl Ahmed Paşa, Valide Turhan Sultan, ordu­da bulunan diğer vezir ve kumandanlar adına camiye çevrildi. Kerahusti mahal­lesindeki Saint Francesco Manastırı, IV. Mehmed adına camiye dönüştürüldü. So­lunda minaresi yer alan caminin dört divanhanesi, üç sarnıcı, dört sundurması, dört çeşmesi ve bir mutfağı bulunuyor­du. Caminin bir dârülkurrâsı vardı, sol tarafında da iki katlı bir ev yer alıyordu. Ve­nedikliler zamanında manastır talebele­rinin ikametine ayrılmış olan bu evin alt katında yirmi üç, üst katında otuz oda mevcuttu. Üç tarafından kale duvarları­na bitişik olan külliye 164 x 80 zira eba­dı ndaydı.

Valide Turhan Sultan Camii Ayos Anariyiros mahallesindeydi ve Saint Salvador Manastırından camiye çevrilmişti. Cami­nin yanında üç divanhane, altlı üstlü on bir oda, önünde büyükçe bir meydan ve üç tarafında bahçesi vardı. Camiye ait iki çeşme ve dört kuyu bulunuyordu. Bütün bunlar 156 x 90 zirâlık bir alana yayılmış­tı. Kilisenin çan kulesi şerefe ve külah ilâ­vesiyle minare haline getirilmişti. Hristo İskuludi mahallesindeki eski yerlerine yerleşen yahudilere ait ev ve dükkânlar bu camiye vakıf kaydedilmişti. Bunlardan başka Fâzıl Ahmed Paşa Camii (Vezir Ca­mii) Aya Ana mahallesinde, Defterdar Ah­med Paşa Camii (Defterdar Camii) Hristo Kefale mahallesinde, Sultan İbrahim Ca­mii Hristo İskuludi mahallesinde, Defter­dar Mehmed Paşa Camii Kera Panaya mahallesinde. Sadâret Kethüdası Mah-mud Ağa Camii Kera Katromiti mahalle­sinde, Ankebût Ahmed Paşa Camii Aya İleya mahallesinde. Reîsülküttâb Hüse­yin Efendi ve Zülfikar Ağa camileri Kera Angelo mahallesinde, Şişman İbrahim Pa­şa Camii Aya Nikola Zağro mahallesinde, Abdurrahman Ağa Camii Kera Katromiti mahallesindeydi. Kaplan Mustafa Paşa Camii ise limanda yer alıyordu.

Venedikliler döneminde Kandiye Ana­dolu ve Uzakdoğu, Hindistan mallarının Avrupa'ya aktarılmasında bir ara iskele görevi yapıyordu. Venedik tacirleri Suriyelimanlarına gidiş gelişlerinde gemi kon-voylarıyla Kandiye'de dururlardı. Ayrıca ada ürünlerinden ihraç ettikleri şarap, yağ, peynir ve bal da Venedik ekonomi­sinde önemli bir yer tutuyordu. Avru­pa'nın her ülkesinde aranan, Kandiye ve çevresinde üretilen şaraplar ihracatçıla­rına büyük kazançlar sağlıyordu. XVI. yüz­yılın başlarında İngiltere, ülkesine bu şa­rapların ihracatını emniyet altında tut­mak maksadıyla Kandiye'de bir temsilci bulunduruyordu.9

Kandiye Osmanlıların eline geçtikten sonra yavaş yavaş eski önemini yitirdi. Uzun kuşatma sebebiyle terkedilen şehir eski canlılığına ve ticaret hacmine kavu­şamadı. Fâzıl Ahmed Paşa'nın şehrin ima­rı için başlattığı hummalı faaliyet içerisin­de şehirde sayımı yapılan 313 dükkân­dan 292'si Fâzıl Ahmed Paşa. Sadâret Kethüdası Mahmud Ağa, Yeniçeri Ocağı Kethüdası Zülfikar Ağa. Reîsülküttâb Hüseyin Efendi, Valide Turhan Sultan ve Defterdar Ahmed Paşa tarafından satın alınarak tamir ettirilmiş ve camilerine vakfedilmişti. Bu dükkânların yer aldığı çarşılar Aya Ana, Hristo Kefale, Hristo İs-kuludi. Ayo Yani Hrsosetimo. Aya Kiryaki, Argistratiko, Kera Katromiti, KeraAngelo ve Aya Pandelimo mahallelerinde bulunu­yordu. Pazarlar ise İçkale kapısından Kı­zıl tabya'y a kadar uzanan anayol üzerin­de kuruluyor ve at, koyun, sığır, esir pa-zariarı olarak sıralanıyordu. Bütün çalış­malara rağmen Osmanlılar Kandiye'de ticaretle uğraşan şehirli bir sınıf oluştu­ramadılar. Bunda limanın giderek dolma­sının da etkisi vardı. Bu alanda Hanya da­ha çok önem kazandı ve adaya yerleşe­cek insanlar daha ziyade bu şehri tercih ettiler.

XVIII. yüzyılda Kandiye bir askerî üs ol­ma durumunu sürdürdü. XIX. yüzyılın sonlarına doğru (1889) Kandiye'de toplam 24.600 kişi yaşıyordu. Bunun 17.000'ini Türkler oluştururken geri kalanı 7500 Ortodoks Rum, elli Katolik ve elli de ya-hudiden ibaretti. 1310 (1892) tarihli sal­nameye göre burası etrafı son derece müstahkem surlarla çevrili, üzerinde bü­yük binaları bulunan ve limandan şehre doğru çok meyilli olarak çıkan bir ana cad­deye, yirmi cami, iki mescid, dört sebilha­ne, on dokuz çeşme, iki medrese ve ge­milerin yanaşmasına pek elverişli olma­yan küçük limana sahip bir şehirdi. 10

Osmanlılar, Girit savaşları devam eder­ken 1647'den itibaren adada aldıkları yer­leri bir eyalet olarak düzenlemişlerdi. Bu­na göre Kandiye sancağına yedi nahiye ve 297 köy bağlıydı. Kandiye alındıktan son­ra eyaletin beylerbeyi ligi ne Ankebût Ah­med Paşa tayin edildi. Bu tarihte Kandi­ye sancağı altı nahiyeden oluşuyordu ve bu birimlere 315 köy bağlıydı. 18S0'de vilâyetin merkezi Kandiye'den Hanya'ya nakledildi. Osmanlı ıslahatları çerçevesin­de 1864 gene! vilâyet düzenlemesinin ar­dından 1868'de Girit'te ilân edilen ferman gereğince Girit vilâyeti beş liva ve yirmi kazaya taksim edilmişti. Bu düzenleme­ye göre Kandiye livası Pediye. Menufaç ve Rizo. Kenuryo ve Piryotice, Maloviz olmak üzere dört kaza halinde teşkilâtlanmıştı. Bu bölüşümde livaya bağlı 334 köy bulu­nuyordu. Kandiye livasının bu idarî taksi­matı köy sayısındaki bazı küçük değişikliklerle 131 7 (1899) yılma kadar devam etmiştir. Bu değişiklikler 1266-1317 (1850-1899) tarihleri arasındaki devlet salnamelerinden ve 1293 (1876), 1310 (1892) tarihli Girit vilâyet salnamelerin­den takip edilebilir- Girit'in muhtariyeti­nin tanındığı 1317 (1899) yılından itiba­ren deviet salnamelerinde Girit vilâyeti sadece isim olarak zikredilmekte ve baş­ka bir bilgi yer almamaktadır. Kandiye, Girit'in konumuna bağlı olarak Balkan sa­vaşlarının ardından 1913'te resmen Os-manlılar'ın elinden çıktı. Şehir yoğun müslüman nüfusa sahip olma özelliğini 1923'teki nüfus mübadelesinden sonra tamamıyla yitirdi. Günümüzde Girit'in en önemli sanayi ve tarım ürünleri ti­careti merkezi olan Kandiye'nin nüfusu 100.OOO'i geçmiştir.

OSMANLI İMPARATORLUGUNDA NUFUS VE VERGİ SAYIMLARI


                                           
          

             Türk arşivlerinde iki bin cilt kadar bulunan ana defterler sayesinde belirli bir tarih ve imparatorluk içinde herhangi bir bölgede yaşamakta olan yetişkin erkek nufusunun, ellerinde ki toprak miktarının çift ve yarım çiftlikten az topraklı veya topraksız olarak gösterılen işaretler vergi hükümlülüğü ve bazı rakamlarla birlıkte kendı ısımlerı ve babalarının ısımlerıni kaydedilmiş olarak bulmaktayız.Ayrıca sayım bolgelerınde kı  ekimlerin nevilerini ve miktarlarını gösterır bılgıler hatta örf ve adetleri ile vergi sistemlerini gösteren kanunnamelerde bu defterlerde bulunur.
             Bu defterlerde bac ve resimlerin toplandıgı geçit, Pazar, panayır, maden ocakları ve tuzlalar gıbi yerlerin gelirleri ve işleyişleri kaydedilmiş bir şekilde bulunur. İmparatorluğun yollarının bekleyen derbentler yol ve köprü tamir edenler, madenciler, şapcılar, tuzcu ve yağcılar gibi görevlilerde mevcut belgelerde yer alır. Tımar arazileri ve vakıflar ve bunların gelir kaynakları-hukuki statü ve idareleri de bu defterlerde bulmak mümkündür.
              Osmanlı İmparatorlugu nufus ve sayım kayıtları tuttuğu zamanlarda Avrupalı devletler henüz basit listeler dağınık ve parçalı sayımlar yapmakta idi. Bu bakımdan Osmanlı istatistiksel malzemeleri onarım tarihi degerini artırmaktadır.


                 İDARİ-MALİ DÜZENİN ZORUNLU BİR ARACI OLARAK SAYIMLAR

           Osmanlı ımparatorluğunun kuvvetlı merkezci bir ıdare sıstemı geliştirmiş ve bu sistemı uzun bır muddet yaşatabılmıştı. Sayımlar ilmi alakalarla ve istatistik malzeme toplamanın yanında sayım sistemlerinin kurulmasını ve uzun bır muddet başarılıyla uygulanmasını saglamıştır. Osmanlı İmparatorlugu askerlerın memurların maaşlarını dogrudan dogruya merkezi devlet hazinesinde toplanan parayla ödemiyordu. Bu sebeple eyaletlerde ki vergi gelirleri üzerine çekilen ödeme emirlerine göre tahsisat yapılıyordu. Askeri ve idari görevlilerinin karşılıgı olan maaşları ve diger masrafları, ilgililerın bulundukları yerlerde kı kendi hesaplarına bir tahsildar gibi toplama imkanı sağlayan dirlik beratlari temin ediliyordu.
  İmparatorluğunun genel vergi gelirinin %37 elinde tutan tımar sahipleri yanında memleketin umumi gelirlerini %12’ni tassaruf eden vakıfların durumu da tımarlara benzer niteliktedir. Devlete ait olması gereken kaynakların bir kısmını ayrılıp muayyen hizmetlere tahsis edilmiştir. Bu suretle merkez idaresinin elinde memleket gelirlerın ancak %39 elinde kalmaktadır. Bu rakam mısır eyaletini gelirleriyle birlikte %51 çıkmaktadır. Böle bır sistemın düzenli olarak işlemesi için devletin her türlü vergi geliri kaynakları en ufak bölümleriyle ayrıntılı olarak tayin ve tespit edilmelidir.
   Aksi takdirde dirlik sahipleri gelir kaynakları mahallerinde bulamayacaklar ve görev yapma kudretlerini kaybedeceklerdir. İmparatorluğun uzun müddet askeri gücünü teşkil eden tımar sisteminin ayakta kalması, genel sayımların sıhhatli ve sıksık yapılmasına baglıdır. Nüfus ve vergi sayımlarının kaydedilmiş olduğu tahrir defterleri imparatorluğunun kendisine mahsus bir örgütlenme biçimidir. Bu sistem 17.yüzyılda sonra bozulmaya ugramıştır.


                             SAYIMLARIN TARİHİ GEÇMİŞİ

               Osmanlı İmparatorluğu’nun yapmiş oldugu bu sayımların eski İslam-Türk devletlerin de veya daha önce Çin, Roma veya İran’da yapılmış olan tahrirlerle benzerliği bulunmaktadır. Osmanlı İmparatorlugu bu uygulamaları geniş memleketlere yayarak tatbik etmiş ve şekillendirmiştir.
               Bu uygulama eski Mısır’da sülalaler devrinde başlamak üzere mumtazam bir şekilde yapıldığı anlaşılmaktadır. Mısırda sıksık yapılan bu tahrirlerle herkesin elindeki toprak miktarı ölçülür sınırları tayin ve tespit edilirdi. Bu belgeler mabetlerde muhafaza edilen özel bir arşiv dairesinde bulunmaktadır. Nusuf ve vergi sayımlarının ileri derecede uygulayan diğer bir devlette Roma İmparatorlugu’dur. Romalılar bu tahrirlerde, kişilerin isimlerini, aile bilgilerini,vergi tabiye servetini,kölelerini,arazilerini ve diger malların hepsini kaydederlerdi.

                            


                              ESKİ TÜRK İSLAM DEVLETLERINDE SAYIMLAR
             
           Osmanlıdan önceki Türk Devletlerı’nde tahrır defterlerı tutulmaktaydı. Muslumanlar Mısır ve İspanyada , Selcuklular İran’da , İlhanlılar İran ve Hindistan’da tahrirler yapmışlardır. Anadolu Selçuklarında sayıma tabi tutulmamış defter de olmayan yer kalmamıştır. Bunun için Osmanlı tahrir tutmakta Bizans’ı örnek almak yerine Anadolu Selcuklular’ından yararlanmışlardır. İlk Osmanlı padişahları zamanında vakfiye ve mülknamalerinin tetkiki yapılmıstır. Bu da bıze Osman Bey ve arkadaslarının okur yazar olmayan basıt göçebe lıderlerı olmadıklarını gostermektedır.
 Selcuklular’da tahrirler yüksek mevkı ve rütbe sahibi Türk memurları tarafından tutlmaktaydı. Türk İslam devletlerınde uygulanan idare usülleri, memurıyet ünvanları her türlü muhasebe usul ve hesapları tertip edilmiş ve uygulanmıştır.


                                       SAYIMLAR NİÇİN VE NASIL YAPILIYORDU?


A-)SULTANLARIN TAHTA ÇIKIŞIYLA YAPTIRILAN SAYIMLAR
            
           Tahrır defterlerının nasıl yapıldıgını ogrenmek için bugün elımızde olan belgelerden yararlanıyoruz. Sultanların tahta çıkışı yeni sayımlarının yapılmasına vesile oluyordu. Padişah degiştikce dirlik ve makam sahıplerının ellerınde kı beratlar iptal oluyordu ve beraatlerin yenı sultandan tecdid ettirmeleri gerekiyordu. Bu formalıteden ıbaret bır durum degıldı. İlgililerın durumunun mahalinde yapılacak tahrirlerin saptanmasına ve deftere gecırılmesıne gerek duyuluyordu. Yenı sultan ulkesının gercek durumunu ve varlıgını  bütün ayrıntılarıyla tesbıt ettırerek tanıması gerekıyordu. Ülkesınde ki yakın uzak her tarafta tahrırler yaptırılması yenı padişah için vacip oluyordu.
               Osmanlı imparatorlugunda yapılan genel sayımların yenı padişahın tasavvurunda olan topraklarda bir çok yolsuzluğun önüne geçilmesi ve memlekette geniş ölçüde mali veya askeri bır takım duzenlemeler yapılması gerekmektedir. Türkiye de ilk zamanlarda nufus ve vergı sayımların ne maksatla ve ne zamanlarda yapıldıgını gostermek bakımından defterlerın basına bir önsöz eklenmiştir.

B-)FETHEDİLEN TOPRAKLARDA YAPILAN TAHRIRLER:
          
          Osmanlı İmparatorlugu fethetmiş oldugu toprakların sultanın mülküne katılmasını ve hukuk bakımından tespıt etmek ve bölgenın envanterini tertip etmek için tahrir defterleri tutulmustur. Bu toprakların kaynaklarının tımarlı sıpahılere ve multezımlere devrı için bu sayımların yapılması gerekıyordu. Savaşların uzun surdugu yerlerde dısardan gelıp yerleşmek ısteyecekleri korkutmamak ıcın sayım işi iki veya üç yıl geciktiriyordu.
           Toprak tasarrufunda tahrır işinin geciktirilmesi birçok soruna sebebiyet verıyodu. Tahrir bolgelerinde nufuzlu kişiler arasında yer kapatma, olup bıttıye getırme gibi olumsuz işler olabiliyordu. Bu nufuzlu kişiler kendı baslarına çiftlık adı  altında istedıklerı yere el koyup yerlesıyorlardı. Aynı şekılde  tahriri yapılmamış oldugu için İmparatorluğun illerinde ayrıntıları acıklanmamış subasılar veya sancakbeylerın adamları hilafi şer adı altında mugayir şekılde akçe topladıkları oluyordu. Bu benzeri ornekler cogalınca merkeze şikayetler iletilmiştir.

C-)TIMAR SİSTEMİ VE TAHLİLLER

  Tahrirlerin amacı icraat ıslahatın ehemmıyetının yanı sıra tımar işlerini kontrol ve düzenlemektedir. Tımarların dagıtılması amacıyla duzenlenen defterler ıse icmal defterleri idi. Defter sureti sormak, tahrir defterlerinde isimlerı yazılı olmayan kımselerın defterde yazılı olmadıkları halde dirlık sahıplerıne acıktan odeyeceklerı öşür ve ve resımlerın gelir fazlalıklarını özellikle cizye ve koyun resmı gibi her zaman dogrudan dogruya sultana ait vergılerın ozel tahsildarlar ve müfetişler tarafından kontrol için tımar arazisine girilebiliyordu.
Tımarlı sipahılerının sefere beraber götürecekleri techisat ve cebelülerin adedi beratlarına ayrıntılı olarak işlenmiştir. Bu suretle yenı tahrır sayesinde ifraz adı altında beraat fazlalıklarının padişah hasları yolu ile merkeze aktarılıyor. Kadrolara yapılacak atamalarla tımar ordusunun mevcudunu artırmak mümkun oluyordu.

 D-)TAHRIRLER NASIL YAPILIYODU?
  
Tahrir işlerine memur edılen emin ve katibin sahip olması gereken yetenekler acıklanmakta kadılarla bırlıkte bu zatların teftişe nasıl baslayacakları belırtılmektedir. Buna gore bölgedeki tımar, vakıf ve mülk sahipleri her türlü muafiyet ve görev erbabının tahrır komısyonunun önüne cıkıp kendılerıne ait her türlü hak ve gorevlerını ,tayın eden belgelerin defter suretlerinin bu heyete teslım ederler. Bundan sonra bu belge ve beyanların  toplanmasından  sonra komısyon üyeleri her şeyi yerınde görüp teftiş ederler.
          Tahrir komısyonları, mahallın kadılarından baksa sancak beyleri tarafından devamlı olarak desteklenmektedir. Umumıyetle ve sipahiler reayanın adedının ve mahsul mıktarını dusuk göstermek temayuldedirler. Özellikle bu tehlike hudut beylerınde görulmektedir. Yıne sancak beylerın tahrırler esnasındakı görevleri ile ilgili konularda bılgı verılmektedır.

OSMANLI TOPRAK DÜZENİNİN TAM BOZULMASI


OSMANLI TOPRAK DÜZENİNİN TAM BOZULMASI
     
              
             - Miri Arazinin Kesin Olarak Mülk Haline Dönüşmesi

I )  Genel Olarak

II) Arazi Kanununun TMK İle Mülga Olup Olmadığı Meselesi
 1) Arazi Kanununun Mer’i Olduğu Görüşü
2) Arazi Kanununun Mülga Olduğu Görüşü

III) Miri Arazinin Zaman Aşımı İle İktisabı
1) Genel Olarak
2) Osmanlı Hukukunda Zaman Aşımı
3) Miri Arazide Zaman Aşımı ve Mahiyeti
4) Miri Arazinin Zaman Aşımı İle İktisabı

             - Osmanlı Toprak Düzeninin Bozulmasının Bugünkü Toprak Düzenine Tesirleri

1) Cumhuriyet İdaresi Adaletsiz Bir Toprak Düzeni ve İlkel Bir Tarımsal Yapı Devralmıştır

2) Cumhuriyet İdaresinin Toprak-İnsan İlişkilerine Bakış Açısı

           - SONUÇ

           Miri Arazinin Kesin Olarak Mülk Haline Dönüşmesi

I )  Genel Olarak
         Arazi kanunda yapılan değişiklikle miri arazi fiilen özel mülk haline geçmiş buna rağmen rakabenin devlette olması ı niteliği değişmemiştir. Osmanlı Devleti mutasarrıfın arazi üzerinde ki hukuki haklarını tam olarak kesinleştiremeden yıkılmıştır. Yeni kurulun Türkiye Cumhuriyeti ise eski hukuku kısa bir müddet uygulamış fakat 1926 yılında İsviçre Medeni Kanununu alarak yeni bir hukuk sistemi oluşturmuştur. Yeni kanunla beraber miri arazinin mutasarrıfın özel mülkü olup olmadığının kesinleşmesi için bu arazini mülga olup olmadığı ön meselesi halledilmelidir. Medeni Kanunun incelenmesi sonucu görülen şu ki yeni kanun detaylı olmasına rağmen bu konuyu tam olarak ele almamıştır. Bu bakımdan konu ihtilaflıdır. Arazi kanunun mer’i olup olmadığı hukukçular arasında da bir ayrıma sebep vermiştir. Bu bakımdan konu detaylı olarak incelenmelidir.

II) Arazi Kanununun TMK İle Mülga Olup Olmadığı Meselesi
         Medeni Kanun’un kabulü ile arazi kanununun ilga edilip edilmediği konusu ihtilafa s sebep olmuş ve ilk tartışmalar 1927 de başlamıştır. Mahkemeler ise arazi kanununun mülga olduğu tezini benimsemişlerdir. Bu konu 1964 yılına kadar mahkeme kararları ile devam etmişken bu yıllarda tekrar tartışmaya açılmıştır. İki görüş ortadadır birisi arazi kanunun mer’i olduğunu söylerken diğeri mülga olduğunu iddia etmektedir. Bu konular incelenecektir.
              
                                          Arazi Kanununun Mer’i Olduğu Görüşü           
         1927 yılında Temyiz Üyesi Rıfat Bey miri arazinin ilga edilmemiş olup, halen mer’i olduğunu savunmuştur. Medeni Kanun da Arazi Kanunun ilgasına dair bir hüküm olmadığını söylemektedir. Bu sebeple de arazinin mülga olduğu iddia edilemez demektedir. Medeni Kanun devletin mülkiyet hakkını kaldırmamıştır. Bir şeye kim malik ise tasarrufu o yapma hakkına sahiptir bu bakımdan devlet malik olduğu arazisinde dilediği gibi tasarruf edebilir. Devlet mülkiyet hakkını üzerinden atmadığı gibi bu mülkiyet hakkını mutasarrıflara da vermemiştir. Temyiz Üyesi Rıfat Bey, Medeni Kanunun 717. maddesini örnek göstererek mutasarrıfın sadece kendi hayatı boyunca o araziyi kullanma hakkına sahip olduğunu ifade eder. Müstakil bir kanun çıkmadıkça rakabe (asıl mülkiyet) devlete ait olmakta devam eder.
         Prf. Dr. Onar da aynı görüştedir. Devletin geçmişten gelen bir hakkı ve bu hakka dayanan kanun hükümlerinin zımnen mülga olduğu iddia edilemez. Amme Emlak’ı dünya hukukunda nasıl ay bir kategoride ise, miri topraklarında aynı şekilde ayrı bir kategorisi olabilir.
         Recai Seçkin de aynı şekilde görüş bildirmektedir ve Arazi Kanununun, Medeni Kanuna aykırı olmadığını ifade eder. Mutasarrıfın elinde tapu bile olsa arazinin maliki sayılmaz sadece intifa (mirasçılara geçmeyen mutlak hak)  hakkına sahiptir.
                     
                                  Arazi Kanununun Mülga Olduğu Görüşü
  Arazi Kanunun mülga olduğuna dair görüşler, sarih olarak ilga edilmeyen bütün eski hükümler mer’i demektir. Yani kanun koyucu bu kanunları teker teker zikretmek yerine muhalif olan akam gibi bir terim kullanarak hepsini ifade etmiştir. Tatbikat Kanununda arazi kanununun ilga edildiğinin ifade edilmemesinin sebebini, gayrimenkullere taalluk eden hükümlerin sadece arazi kanununda değil, diğer kanunlarda da tanzim edilmiş olmasına bağlamaktadır.
     Medeni kanun malın rakabesine tasarrufu kastetmiştir. Miri arazide iki şahıs vardır biri devlet diğeri mutasarrıftır. Mutasarrıf hayatta iken devlet miri arazi üzerinde hiç hakka sahip değildir. Medeni kanunda intifa hakkından bahsetmemektedir. Bu durumda mutasarrıfı intifa sahibi devleti mülk sahibi göstermek mümkün değildir.
       Tapu sicilinde kayıtlı olmayan arazide devlet şahısların mülkiyet hakkını kabul etmez. Arazi Kanununun mülga olduğunu savunanlar, miri arazinin kendiliğinden mülk haline geçtiğini iddia etmektedirler. Yargıtay, arazi kanununa göre miri sayılan arazinin miras yoluyla intikaline, medeni kanunun miras hükümlerinin tatbikine dair olan hükümleri de hiçbir zaman bozmamıştır.
         Miri arazinin mülga olduğuna bir delilde 1945 yılında çıkarılan çiftçiyi topraklandırma kanunudur. Bu kanunda çiftçiye verilen toprak onun mülkü olur hükmü geçer. Tapu sicillerinde de o kişi üzerine kayıtlıdır. Medeni Kanun geçmişte devlete ait olan rakabe hakkını, miri arazinin zilyedine yani mutasarrıfa vermiştir.

III) Miri Arazinin Zaman Aşımı İle İktisabı

1) Genel Olarak:
       Zaman aşımı uzun zaman devam eden fiili durumu hukukileştirmektir. Bu müessese şahıslar arasında ki ihtilafları ve haksızlıkları da önlemektedir. Zaman aşımı ya bir hakkı sona erdirir ya da dava edilmesini önler nitelik taşır. İktibas mururu zamanı meriyetinden itibaren yeni kanuna tabidir. İktisadi zaman aşımı hakkında bir hüküm uygulanamaz.

2) Osmanlı Hukukunda Zaman Aşımı :
      Eski hukukumuzda ve İslam hukukunda zilyetlik zaman aşımıyla hak kazandırmaz. Zaman aşımı bir iktisap sebebi olarak kabul edilemez. Mecellede ‘tekadüm-i zaman ile hak sakıt olmaz’ hükmü vardır. Fakat zamanın geçmesiyle davanın görülemeyeceği kaidesi yoktu. Padişah bu konuda davanın görülmesi için hakime emir verebilirdi.
    Mecellede mülk gayrı menkule taalluk ediyorsa dava 15 sene içinde zaman aşımına uğrayabilirdi. Bu hüküm vakıf arazilerde 36 sene olarak ifade edilmiştir.
 Not: Bazen zaman aşımı işletmeyen sebepler vardır. Bunlar: Küçüklük, Delilik ve Bunaklık, Uzak Yerde Bulunmak, Zilyet Tarafından Davacıya Karşı Cebir Kullanılması (Tegallüp)

3) Miri Arazide Zaman Aşımı ve Mahiyeti

                Miri araziye 10 sene tasarruf eden kişi bu arazinin tasarruf hakkının iktibasıdır denilmiştir. Zilyedin alinde senet-tapu bulunsa bile bunun bir hükmü yoktur. Miri arazinin rakabesine ilişkin davalar ise 36 senede zaman aşımına uğrar. Boş veya mahlül arazide göçmenlere tefviz edilen yerlerin davası ise 2 yılda zaman aşımına uğrar. Zilyet, araziyi haksız olarak zabtettiğini açıkça söylerse zaman aşımı olmayıp arazi sahibine verilir. Tabi davalının araziye haksız olarak tasarruf ettiğini bizzat hakim huzurunda ifade etmelidir.
A) Hakkı Karar İktisap Zaman Aşımıdır:
           Miri araziye taalluk eden kişi tasarruf hakkını tam kullanmazsa, bu hakkını kaybeder. Bu sebeple tasarruf hakkının kullanılmaması sebebiyle boş kalan arazide husule gelen tasarruf boşluğunun o araziyi işleyen ve onda zilyet olan kimse istifade hakkınsa sahip görülmüştür.
B) Hakkı Karar İskati Müruru Zamandır:
      Zilyet tasarrufunun hakim huzurunda haksız olduğunu ikrar edebilirse kaç senen geçmiş olursa olsun zaman aşımına uğramış olmaz ve dava görülmeye devam eder. Miri arazide ki menfaat mülkiyetinin yani tasarruf hakkının zaman aşımı ile sakıt olmayacağını gösterir. Arazini işleyen kişiye verilmesinin sebebi ise tapulu arazi sahibinin değil de araziyi işleyen kişinin devlete öşür vergisi ödemesidir.

4) Miri Arazinin Zaman Aşımı İle İktisabı
              Miri arazi medeni kanunun kabulünden önce de sonrada zaman aşımı ile iktibas edilir. Kanun koyucu bu hususu temin için arazinin zaman aşımı ile iktisabını kolaylaştırmış, hatta hususi bir kanunla özel bir iktisap zaman aşımı kabul etmiştir.
A)  864 Sayılı Tatbikat Kanunu İle İktisap:
              Hakkı karar müddetinin dolmasıyla iktisap edilmiş olan tasarruf hakkı medeni kanunun ilgili maddelerince kazanılmış bir hak olarak kabul edilmektedir. Tamamlanmamış karar ise belli bir müddete mahsup olarak tapuya tescil edilmektedir.
B) 810 Sayılı kanun ve 501 Sayılı TBMM Tefsir Kararı:
            Bu kanun tapuya tescil edilmemiş olan gayrı menkullerin tescilini ve hatalı kayıt edilenlerin tahsisini sağlar. Senetsiz tasarruf muamelelerini tanzim eder. Hakkı karara dayanarak tescil talebinde bulunan davalının mahkeme hükmüne ihtiyaç duymadan tapu dairelerinde işini halledebilir.
C)  1515 Sayılı Kanunla İktisap:
         Bu kanun esasında tapuya kayıtlı olup da harici iktisaplar sebebiyle kayıtları gerçek durumu göstermediği için sahipsiz duruma düşen arazilerin zilyetleri adına taalluk eder. Bu hüküm mülk ve vakıf arazide sayılan diğer gayrı menkuller içinde geçerlidir. Kısaca esasında tapuya kayıtlı olup da sicil dışı tedavül eden miri araziye tasarruf eden zilyetlerin durumları kanunların koyduğu kaidelere uygun ise tapuya malik olarak kayıt edilirler.
D) Medeni Kanunun 639. Maddesi Gereğince İktisap:
     Bu madde 20 sene nisasız ve fasılsız bir araziye talluk eden zilyetin o araziyi kendi mülkü olarak tescil ettirebilir. Bugünkü tarım topraklarının büyük bir kısmı miri arazidir. Bu maddeye göre bu arazilerde tatbik sahasına girerler.20 sene zilyetlik ve bu zilyetliğin nizasız, fasılsız ve malik suretiyle olması. Bu iki şartın ise hakimden karar almış olması lazım gelmekteydi. Bu şartları uhdesinde toplayan zilyet arazini maliki olurdu.


Osmanlı Toprak Düzeninin Bozulmasının Bugünkü Toprak Düzenine Tesirleri

1) Cumhuriyet İdaresi Adaletsiz Bir Toprak Düzeni ve İlkel Bir Tarımsal Yapı Devralmıştır:
          Osmanlı ekonomisinin temeli tarımsal üretime dayanmaktaydı. Osmanlı devletinde ülkenin büyük bir kısmında miri toprak rejimi uygulanıyordu. Bunun sonucunda ise tarımsal üretim ihtiyacı karşılayacak miktara ulaşmıştı. Çifti emeğinin karşılığını alıyordu ve halk tarımsal ihtiyacını rahat bir şekilde karşılıyordu. Bu da ülkede halkın refah içinde yaşamasına vesile oluyordu. Osmanlının son dönemlerinde tüm müesseselerde olan bozulmalar toprak sistemine de yansımıştı. Toprak düzeninin bozulması ile çiftçi çoğu zaman mültezimler ve tefeciler karşısında yalnız kalmıştı.   Bozulan toprak düzeninde çifti topraksız kalmış, sermayeder ağalar toprakları ellerinde toplamışlardı. Köylü topraksız kalınca şehirlere göç etmeye başladı. Osmanlının güney ve güneydoğu bölgelerinde ağalar ve beyler toprak sahibi oldukları için bu bölgenin halkı onların himayesinde işçi olarak çalışmaya başlamıştı. Diğer bölgelerde ise miri arazi belli bir üst kesimin elinde mülk arazi olarak toplanmış ve yine köylü topraksız duruma düşmüştü. Kısacası devlet toprak düzenine müdahale edemiyor ve bu durumda köylü ciddi manada sıkıntılar yaşıyordu. Öyle ki devlet son zamanlar da un buğday gibi gıdaları dışarıdan temin etmeye başlamıştı. Osmanlı da ki toprak sistemi bozukluğu ekonomik ve sosyal yapının da bozulmasında rol oynamıştı.

2) Cumhuriyet İdaresinin Toprak-İnsan İlişkilerine Bakış Açısı:
            Cumhuriyet rejiminde insan toprak ilişkileri demokratik yoldan çözümlenmiştir. Yani yeni kurulan Türk Devleti toprak-tarım politikasının uygulanma şeklini demokratik bir düzlemde halletmiştir. Türkiye Cumhuriyeti mülkiyete saygı temeli üzerine şekillenmiştir. Maksat mülkiyet hakkını yaygınlaştırmak, topraksız çiftçiyi toprağa kavuşturmaktır.  Cumhuriyetin temel toprak rejimi özel mülkiyete dayalıdır. Bu sebeple topraksız çiftçiye hazine arazilerinden pay verilmiştir. Aynı zamanda büyük toprak sahiplerinin toprakları kamulaştırılmıştır. 1945 ve 1961 yıllarında arazi kanunları çıkarılmış ve topraksız köylüye yeteri miktarda toprak tahsili yapılmıştır. Bu konuda en önemli çalışmalardan biride 1973 yılında çıkarılan kanundur. Teferruatlı olarak hazırlanan bu kanunda özel hükümlere göre kamulaştırma yapılmış ve gerektiği miktarda toprak dağıtılmıştır.


- SONUÇ
           Osmanlı Devletinde miri arazi milli bir toprak rejimi halini almıştır. Bu rejim uzun bir müddet uygulanmış ve Osmanlıda feodalite teşekkülünü önlemiştir. Osmanlı bu sistem sayesinde tarımsal üretimi artırmış, köylünün ve halkın rahat içinde yaşamasını sağlamıştır. Bu sistem sosyal adaletli bir yapıdır ve insan ilişkilerinde tabakalaşmayı önlemiştir. Yani toplum- kişi menfaat dengesini kurmuştur. Bu milli karakterli yapı aynı zamanda Türk-İslam düşüncesinin bir mahsulü olmuştur.
        16. yüzyılda meydana gelen sistematik bozulmalardan toprak yapısı da payını almıştır. İlk etapta miri arazi yapısının bozulmaması için çalışmalar yapılmış ancak bunun önü alınamamıştır. Yeni devletin kurulması ile demokratik bir yapı benimsenmiş ve özel mülkiyete saygı çerçevesinde sorunlar halledilmeye çalışılmıştır. Bu sorunlar halen günümüz Türkiye sinde devam etmektedir. Yapılan birçok çalışma tam olarak uygulanamamıştır. Bunda askeri müdahalelerin büyük etkisi vardır. Türkiye bunun için halen bir model aramaktadır. Ne var ki milli toprak sistemimiz miri arazi rejimi günümüz şartlarına uyarlanmalı ve uygulanmalıdır.


Kaynak
CİN H., :Osmanlı Toprak Düzeni ve Bu Düzenin Bozulması, Ankara 1978


                                                                                                              Hazırlayan :  Şuayp Ateş

OSMANLI ELÇİLERİ GÖZÜ İLE AVRUPA




Dr. Hasan KORKUT, Osmanlı Elçileri Gözü ile Avrupa -
Gökkubbe Yayınları, İstanbul, 2007

             Bu çalışma müellifin Marmara Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü’ne sunmuş olduğu doktora tezinin kitaplaştırılmasıyla oluşturulmuştur. Osmanlı Elçileri Gözü ile Avrupa-isimli bu çalışma, bir giriş, dört bölüm ve bir ekten oluşmaktadır. Eser doktora tezinin kitaplaşması sonucunda hazırlandığı için gerekli bütün dipnotlar ve zengin bir kaynakçaya sahiptir.

            Eserin giriş bölümünde 18. Yüzyıl Osmanlı-Avrupa diplomasisi genel hatları ile anlatılmıştır. Müellif, sefirler ve sefaretnameleri hakkında araştırma rehberi niteliğinde bilgiler vermiştir. Daha önce belirttiğimiz gibi doktora tezinden kitaplaştırıldığı için müellif bütün sefaretnameleri karşılaştırmalı olarak incelemiş ve bu sefaretnameler hakkında gerekli tüm güncel bilgileri sunmuştur. Müellifin kendiside bahsettiği üzere 48 sefaretname olmasına binaen bunların sadece 22 sini anlatma gereği duymuştur. Bunun gerekliliği ise sadece Avrupa sefirleri ve sefaretnamelerini konu edinmesidir. Müellifin sefaretnameleri sadece Avrupa ile sınırlı tutması her ne kadar konusu gereği olsa da okuyucularına bu konuda tam bilgi sunması daha iyi olurdu. Eserde Viyana, Fransa, İsveç, Lehistan, Prusya, İspanya, İngiltere gibi dönemin en muktedir ülkelerine yapılan seyahatnameler sonucu oluşturulan sefaretnameler incelenmiş ve tanıtılmıştır.

           Eserin birinci bölümünde Devlet-i Aliye’den Frengistan’a Seyahat başlığı altında Gidiş Yolculuğu, Eski Osmanlı Topraklarında Seyahat, Sıkıntılı Karantina Günleri, Karşılama Törenleri, Avrupa Diplomasisi, ‘Üstün Osmanlı’ Diplomasi Anlayışı, Avrupalı Yöneticilerin ve Halkın Osmanlı Sefirlerine İlgisi gibi konulara değinilmiştir. Eserin bu bölümü, Osmanlı’nın Avrupa’ya bakışını ve kendilerini Avrupa’ya nasıl tanıttıklarını konu edinmiştir. Müellif sefaretnamelerin aynı zamanda birer seyahatname özelliği taşıdığını vurgulamakta ve sefirlerin kaleme aldığı gidiş yolcuğu sırasında ki tüm ayrıntıları sunmaktadır. Sefirlerin eski Osmanlı topraklarından geçerken yaşadıkları duyguyu ve burukluğu da onların sefaretnamelerinden alıntılar yaparak anlatmıştır. Bu bölümde en ilgi çekici taraf ise Karantina uygulamasıdır. Sefirler karantina uygulamasından dolayı çektikleri sıkıntılara sefaretnamelerinde yer ayırmışlardır. Müellifte bu konuyu sefirlerin gözüyle dönemin şartlarına göre yorumlamıştır. Bu bölümde Avrupa Diplomasisinin başlangıcıyla aynı zamanda Avrupalılaşmanın da başlandığı ifade edilmektedir. Sefirlerin karşılama törenlerinde yöneticilerden ve halktan gördükleri ilgi-alakadan ciddi manada memnun oldukları anlatılmaktadır.

          Eserin ikinci bölümünde müellif, sefirlerin kaleminden Avrupa Kurumlarını konu edinmiştir. Avusturya, Prusya, Fransa, İngiltere, İspanya gibi ülkelerin Askeri Teşkilatı- İktisadi ve Mali Yapısı-Bilimsel kurumları ve Sağlık Kurumları hakkında sefirlerin izlenimlerini aktarmaktadır. Avrupa ya geç dönemde elçi gönderilmeye başladığı için eser 18.yüzyılı konu almaktadır. Avrupa da mutlak monarşi yönetim biçimi ve merkantilist bir ekonomi politikası vardır. Bu bakımdan eser, sefirlerin bu politikalardan nasıl bir izlenim elde ettiklerini anlatır. Askeri alanda Avrupa da olan yeniliklerin gözlemlendiğinden bahseder. Zaten sefirlerin bu seyahatlerinde ki en belirgin gayenin bu olduğunu ifade eder. Bahsi geçen 22 sefirin bu konularda Avrupa ya bakış açısını anlatır.

           Eserin üçüncü bölümünde Avrupa’nın sosyo-kültürel hayatı, gündelik hayat, sanat –mimari ve Avrupa da kadının yeri konularını ele alır. Sefirler hem kendi kültürlerini Avrupa’ya taşımak hem de Avrupa kültürünü yakından tanımak fırsatı bulmuşlardır. Müellif eserinde sefirlerin, Avrupa toplumuna ilişkin gözlemlerini başlıklar altında ele almıştır. Sefirler Avrupa toplumu hakkında etraflı bir bilgi sunmamışlar gündelik yaşantılarını aktarmışlardır. Müellifin sefaretnamelerde dikkatini çeken bir konu ise sefirlerin Avrupa eğlence kültürünü bizzat takip etmeleri ve bu konu üzerinde durmalarıdır. Avrupa ve Osmanlı gibi iki farklı kültürün eğlence hayatında farklılar olması olası karşılanmış fakat Avrupa da kadınların eğlence kültüründe etkin figüran rolünü oynamasını sefirler abes karşılamışlardır. Müellif ise bu konuları kendi yorumları ile değerlendirmiştir. Kadının günlük hayatta ki etkin rolü yanında bürokraside de ön planda olması üzerine, Avrupa da kadının yeri değerlendirmesi yapılmıştır. Bu bölümde ayrıca sanat ve mimari konuları da ele alınmıştır.

           Eserin dördüncü ve son bölümünde ise Avrupa şehirleri anlatılmıştır. Paris, Viyana, Berlin, Varşova, Stockholm gibi başkentler yanın da sefirlerin yolculuk boyunca uğradıkları Avrupa şehirlerine de değinilmiştir.

           Ekler bölümünde sefaretnamelerden örnekler ve çalışmada ele alınan sefaretnamelerin müellifleri hakkında bilgi verilmiştir.

           Kitap zengin bir kaynakça ve dizin bölümüne sahiptir.




Kitabın  Genel  Değerlendirmesi
         
          Dr. Hasan Korkut tarafından yazılan bu eser Sefaretnamelerin büyük bir titizlikle incelenmesi sonucu oluşturulmuştur. Müellif bazı sefaretnameleri karşılaştırmalı olarak sunmuştur. Eser Avrupa ya giden tüm sefirleri konu edinmiş ve o sefirler hakkında da bilgiler sunmuştur. Sefaretnameler de ise Avrupa’nın askeri- siyasi- ekonomi- kültür ve bilim alanın da yaşadığı gelişmelere değinilmiş ve Osmanlı’nın değişimi için raporlar sunulmuştur. Müellif de bu konuları eserinde kendi yorumuyla anlatmıştır. Müellif eseri oluştururken bölümlere ayırmış ve her konuyu kendi içinde incelemiştir. Yani direk sefaretnameleri aktarmak yerine onların içerdiği konuları farklı başlıklar altında ele almıştır. Müellif Avrupa’ya giden 22 sefiri ve bunların sefaretnamelerini kitabın başında anlatmıştır. Bu sefaretnamelerin nerede oldukları ve kimler tarafından çalışıldıkları hakkında da bilgi sunmuştur. Kitabın sonunda ise sefirler hakkında biyografik bilgiler vermiştir.
               Kitabı incelerken sefirlerin eski Osmanlı topraklarından geçişinde nasıl duygulu anlar yaşadıklarını ve bu topraklar da bıraktıkları intiba ya şahit oluyorsunuz. Aynı zamanda Avrupa da uygulanan karantina uygulamasından sefirlerin nasıl rahatsız olduklarını ve bunu sert ifadelerle dile getirdiklerini görüyorsunuz. Tabi bunun yanında sefirlerin Avrupa yöneticileri ve halkı tarafından büyük bir ilgi ile karşılanması bizleri gururlandırıyor. Eserde bu konular müellifin bakış açısı ile ele alınmış olmasına rağmen okur farklı bir gözlem edinebilir. 18. Yüzyıl a kadar Osmanlı’nın, batının gözünde hala ihtişamlı bir yapısı olduğuna şahit oluyoruz.
Eser de birçok sefir ve sefaretname anlatılmasına rağmen Osmanlı kurumlarının 18. Yüzyıl sonrasında Yirmisekiz Mehmet Efendi tarafından şekillendirildiğini görüyoruz. Yine İspanya elçisi olan Vakanüvis Vasfi Efendi’nin, İspanyolların diplomasi usullerini kabullenmeyerek Osmanlı elçilerinin üstünlüğünü ifade etmesi ile karşılaşıyoruz. Elçilik heyetinde büyük bir kalabalık olduğunu, mehteran ve saz ekibini yanında götüren sefirlerin aktarmasından anlıyoruz. Sefirlerin maksatlarını Avrupa’nın yapısını öğrenmek dışında istihbarat-i bir amacının da olduğunu anlıyoruz. Öyle ki Avusturya elçisi Zülfikar Paşa’nın savaş sürecinde elçi gittiğini ve aslında maksadının Avusturya’nın son durumu hakkında bilgi edinmek olduğunu görüyoruz. Sefirlerin gittikleri ülkeler de uzun süre kaldıklarını ve o ülke hakkında her konuda bilgi edindiklerini görüyoruz. Gittikleri yollardan şehir planlamasına, mimarisine, tarımsal faaliyetlerine, bilim ve teknolojik faaliyetlerine, askeri ve iktisadi yapıya, eğitim ve toplumsal yapıya kadar her konu anlatılmıştır.

          Sefirlerin aynı zamanda Osmanlı’nın kültür kimliğini yansıttıklarını görmekteyiz. Avrupalılar doğudan gelen fazla kimse görmedikleri için Osmanlı sefirlerini büyük bir ilgi ile karşılamışlardır. O zaman itibarı ile halen daha Osmanlı masallar ülkesi niteliğinde olmalı ki Avrupalıların hayranlıklarını gizleyemediklerini görmekteyiz. Sefirler Avrupa kültür yapısını hele kadınların toplumda aktif rol oynamasını şaşkınlıkla karşıladıkları görülmektedir. Sefirlerin eğlence kültürüne ilgi göstermeleri de ilginçtir. Opera tiyatro gibi sanatsal faaliyetler sefirlerin pek hoşuna gitmemiştir. Yine de sefirlerin Avrupa kültür yapısını Osmanlıya taşıma gayreti içinde oldukları görülmektedir. Avrupa sanat ve mimarisini bizzat izlemiş ve bunları olumlu ifadeler olarak anlatmışlardır. Zaten bu dönem sonrasında lale devri yaşanmış ki bu da sefirlerin nasıl etkin bir görev üstlendiklerini göstermektedir. Yine sefaretnameler de o dönem Avrupa şehir yapısı yansıtılmıştır. Zaten müellifin bahsettiği gibi sefirler yol güzergahı ve başkentler dışında pek şehir görmemişlerdir. Bu şehirlerden de Paris çok büyük bir hayranlıkla anlatılmıştır.

        Sonuç
        
          Müellif eseri zaten tez çalışmasında düzenlemeler ve eklemeler yaparak hazırlamıştır. Eser incelenmesi yaralanılması bakamından iyi derecede hazırlanmış bir çalışmadır. Bu konuda makaleler dışında kitap olarak hazırlanmış ilk eserdir. Aynı konu üzerinde çalışma yapmış ikinci bir eser ise Muhammet Safi’nin ‘’Osmanlı Elçilerinin Wikileaks Raporları’’ adlı kitabıdır. Müellif eserde birçok cümleyi tekrarlaması daha ilk çalışması olması bakımından biraz amatörcedir. Eserin sonunda sefaretnamelerden örnekler koyması ve bir dizin oluşturması eserin değerini artırmıştır. Yine eser bilimsel bir çalışma olmasına rağmen halk tarafından anlaşılacak derecede sade bir dil ve basit kelimler kullanılmıştır. Eser de ilk defa rastlayabileceğiniz bilgiler mevcuttur. Osmanlı topraklarına kaçıp burada İslamlaşan Üniteryen mezhebi mensupları gibi durumlar buna örnektir. Osmanlı açısından bakacak olursak gönderilen elçiler yanında giden heyet içerisinde sağlık eğitim sanat bilim ve askeri alanında uzman kişilerin götürülmemesi üzücüdür. Aynı zaman da elçilerin ikinci bir dil bilememesi de Osmanlı’nın itibarı açısından kötüdür.

              Bu konu üzerine araştırma yapmak isteyenler, ‘’ Dr. Namık Sinan Turan ’nın
Osmanlı Diplomasisinde Batı İmgesinin Değişimi Ve Elçilerin Etkisi’’
(18. ve 19. Yüzyıllar )-
Cemil Karasu’nun Tanzimat Dönemi Osmanlı Diplomasisine Genel Bir Bakış  (1839-1876)- adlı makaleleri ve Muhammet Safi’nin ‘’Osmanlı Elçilerinin Wikileaks Raporları’’ adlı kitabını inceleyebilirler.